Faust (*): Bugünkü Batının İcmâli

Kenan Durdu

 

Trajedi, hayatın istinad noktasının kırılmaya uğradığı yerde başlar. "Aklın hakkını verip koparacak kadar gerdikten ve muhatabını derdest edip defterini dürdükten sonra nefsine dönen ve "ben haklı olduğumu nereden bileyim?" diyen şüphe haysiyeti" (1) nin haykırışı, "Mutlak Hakikat"in önünde acziyetin bir ikrarı olarak belki de imandan önceki son basamaktır. Bu yüzden trajedi değildir. İmandan önceki son basamak; zımnında dua etme liyakatine ermeyi de barındıran "tecrit terleri dökme" ifadesi ile yanyana şu mânâya gelse gerek: "Ebedî teslimiyet imandan önceki son basamaktır. Öyle ki bu hareketi yapmayanın imanı yok demektir. Çünkü ancak ebedî teslimiyette kendi ebedî geçerliliğime göre, kendime karşı temize çıkarım, ancak o zaman imanın inayetiyle varoluşu kavramanın sözü edilebilir." (2) Kendime (nefse) karşı temize çıkmak, varoluş cihetinden hayata temyiz vasfı kazandırma gayesine mütealliktir. Varoluşun kavranabilirliğini imanın inayetine bağlayan Kierkegaard’a mukabil Sartre, "varlık" ve "öz" arası kavramlar gergefinde gide gele yaşadığı "hafakan-bulantı"dan bir çıkar yol bulabilmek için felsefesini "insan gereksiz bir tutkudur" hükmüyle noktalar. Gayesi kendisinde başlayan ve kendisinde sona eren insan elbette gereksiz bir "tutku" dur. Ancak kendisine karşı temize çıkma mücahedesi bakımından en şâyân-ı muteber "tutku" olsa gerektir. Varoluş’tan bahsedildiğinde Üstadımızın "Her suç suratımda bir ayrı imza / Benmişim kendime en büyük ceza" mısralarını hatırlamamak kabil mi? Üstad Necip Fazıl’ın "ben"inde temerküz eden "suç ve ceza" duygusu "biz" adına yaşanan-ödenen bir bedeldir. "Biz" adına "ben"de muhasebesine girişilen "suç ve ceza" duygusunun doğurduğu netice ise istikamet reçetesini hayata hâkim kılabilmenin ismi olarak "dünya bir inkılâb bekliyor" hakikatidir. Yukarıdaki mısralara "ben"in "biz" den bağımsız, kendi güzergahı boyunca katettiği mesafeler yönüyle de dikkat kesildiğimizde, doğurduğu neticenin izi, Adıbelli’nin "GÜL" isimli şiirinin ikinci kıtasında rahatlıkla takip edilebilir:

 

Sonsuzluk dolu ânda

Mürid ölmeden ölmüş

İspatı kokusunda

Katmerli güle dönmüş (3)

 

"Katmerli güle dönmüş" varoluş keyfiyetinin "sır kapısı"nı aralamaya ise hiçbir felsefî kavram güç yetiremez... Oysa "Kuzey, güney, yönlere karşı / Bir kukla surat olmaya hızlanıyor koşularım" denildiğinde seslerin bütün renkleri trajik bir sayhaya bürünür. Bu yüzden Faust’un Mefisto ile bahse girişi daha en baştan belki de trajiktir.

Batı edebiyatında insanın şeytan tarafından iğvâsı, baştan çıkarılması sıkça ele alınan bir tema olagelmiştir. Dünyada payına hep mahrumiyet ve keder düşen mutsuz adam, güç ve iktidar karşılığında şeytana kanıyla imza verir. Artık bütün ipler şeytanın elindedir. Kahraman, şeytanın sağladığı sahte dekor ortamında dünyevî nailiyetlere erse de, sonunda yine şeytanın ördüğü felaketlerin ağında rezil ve rüsvay bir şekilde kendi akıbetine doğru sürüklenir.

Ölüm döşeğinde, Sibirya’daki sürgün yılları sırasında köylü bir kadın tarafından kendisine verilen tahta bir haçı göğsünde sımsıkı kavrayarak son nefesini veren Dostoyevski’de de şeytanla ilgili diyalog sahnesi vardır, ancak alışılagelmiş temalardan farklıdır onunkisi. "Allah yoksa herşey mübahtır" diyen İvan Karamazof -Allah insanı iddiasından vurur hesabı- gün gelir bu sözün yükünü taşıyamaz hâle gelir. "Ya Allah varsa" sözü de, "Ya Allah yoksa..." ile başlayan cümle kadar kendisine galebe çalar. Bu iki zıt kutup arası gerginliğin İvan için faturası delilik olacaktır. İvan’da delilik emarelerinin yeni görülmeye başlandığı bir dönemde, kılık kıyafeti insana güven telkin eden biri gelir ziyaretine. Konuşmalarından, ziyaretçinin şeytan olduğunu anlar. Kimliğinin tescilini bir de misafirden almak ister; şayet karşısındaki gerçekten şeytansa, bunu dolaylı da olsa Allah’ın varlığına bir delil sayıp derhal iman edecek. İvan’ın bu niyetini sezen şeytan, şüpheyi bertaraf edeceğine bilakis daha da pekiştirir. Kafası iyice bulanan İvan, bir daha çıkmamak üzere deliliğin derinliklerine gömülüverir.

İvan Karamazof’un şeytan ile diyaloğu tamamen imanla alâkalı bir problem etrafında gelişir. Faust’un böyle bir problemi yoktur. Faust imandan umduğu saadeti dünyada bulamamaktan şikayetçidir, dolayısıyla imana da bu sebepten muhalif kesilir.

Faust ile Şeytan arasında şöyle bir diyalog gelişir:

 

"Mefisto: Ben senin hizmetine girmek, bir işaretinle durmadan, dinlenmeden koşmak isterim. Öte dünyada bir daha birleşirsek aynı hizmeti sen bana yaparsın!

Faust: Öte dünya umurumda değildir! Bu dünya yıkıntı haline geldikten sonradır ki öte dünya ortaya çıkabilir! Benim zincirlerimin kaynağı bu dünyadır. Ve, dertlerimin üstüne ışıldayan bu güneştir! O dertlerden kurtulabilirsem artık ne olursa olsun! Artık sevenler, tiksinenler olacak mı ve o dünyaların bir altı ve bir üstü olacak mı umurumda olmaz!

Mefisto: Bu yolda cesaretin varsa bana bağlan. Bugünlerde hünerlerimi zevkle seyredeceksin. Daha hiçbir insanın görmediği şeyleri sana vereceğim...

Faust: (...) İlahların hoşlanacağı kadar güzel bir akanyıldız gibi kayıveren türkün var mı? Sen bana koparılmadan çürüyen meyveyi, her gün yeniden yeşeren ağaçları göster.

Mefisto: Böyle bir görev beni ürkütmez.

Faust: Bir defa olsun tatmin edilmiş halde tembellik yatağına uzanabilirsem, ölüm umurumda olmaz. Beni kendime beğendirecek tarzda yüze gülen zevklerle kandırabilirsen, artık son günüm gelmiş olsun. Bu hususta bahse tutuşurum.

Mefisto: Pek âlâ!

Faust: Ver elini öyleyse. Eğer o ân’a "dur, geçme, ne kadar güzelsin" diyecek olursam, beni artık zincirlere vurabilirsin, o zaman yok olmaya razıyım. Ölüm çanlarım çalabilir. Sen de hizmetini bitirmiş olursun..." (4)

 

Faust özellikle rönesanstan bu yana süregelen insan merkezli Batı tarihinin ne mânâya geldiğinin süzüldüğü bir prizmadır. Tarihçi Spengler, "Batı'nın Çöküşü" isimli dev eserinde, modern Batı insanının ruh yapısını, "Faustian Ruh" diye karakterize eder.

Michel Foucault, "Ben’in Yapımı" isimli incelemesinde Antik Yunan’da en önemli prensibin "Kendini bil" olduğunu ifade eder. "Kendini bil", "sakın kendini Hakk'ım zannetme" mânâsına gelirmiş. "Kendini bil"in sırrına erme şartı sağlandıktan, bir temel olarak "ben"de yerini aldıktan sonradır ki, üstüne "kendine ihtimam göster" prensibi ikame edilir. Böylece fert hem kendisi için hem de vatandaşı olduğu şehir için faydalı biri olur. Daha sonraki dönemlerde, bilhassa Roma döneminden bu yana bu sıralama tersine dönmüş, "kendine ihtimam göster" prensibi, "kendini bil" prensibiyle yer değiştirmiştir. Faust’un şahsında ele alınan tema, bir bakıma "kendini bil" prensibinin "kendine ihtimam göster"e fedâ edilmesiyle ne gibi neticeler doğacağının araştırılmasıdır.

"Kendine ihtimam göster", hareket noktası olunca, tabiatıyla bunun temini için, herşey mübahtır. Faust, İncil’e de bu gözle bakar. İncil’in ilk satırındaki "Herşeyden evvel kelâm vardı" sözünü beğenmez, aklını kullanarak yeniden kurmayı dener. "Hayır, der, herşeyden evvel kuvvet vardı." Bunu da beğenmez. Daha da ileri gider ve "Herşeyden evvel fiil ve icraat vardı" der.

Kelâm; hem ideal değerlerin oryantasyonu, hem belirleyicisi hem de denetleyicisi olması hasebiyle fiil ve icraatı başıboş bırakmaz. Faust’un kelâma isyanı bu yüzdendir. Çünkü kelâm, başa alınan bir hakikat kaldıkça, insanı "kendini bil"e icbar edecektir. Halbuki Faust’un tam da kurtulmak istediği şeydir bu. Peki Faust’un bu isyanında hiç mi haklılık payı yok? Faust’un isyanı, bir yönüyle, Hıristiyanlığın "mânâ haritası"nın kilisenin sıkı denetimi altındaki kodlanışına tepkiyi dile getirir. Şöyle bir tespit:

"Sonraki dünyasının neye benzeyeceğine karar verme mücadelesinde insanın yazgısı boyunca nice zaman yitirildi. Bulup çıkarma çabası keskinleştikçe, içinde yaşadığı şimdiki dünyaya dair bildiği de azalıyordu. Bildiği, içinde yaşadığı, ona onun olan herşeyi veren biricik güzel dünya, vaize ve piskoposa göre onun düşüncesinde en az yeri olması gereken bir dünya idi. Ona doğduğu günden bu dünyaya hoşçakal demesi öğütlenmiş, buyurulmuştu." (5)

Nitekim aynı gerekçelerle "kendine ihtimam göster"in filozofu diyebileceğimiz Nietzsche de Hıristiyanlığa tavır almış, dünyada kurulacak bir "ebedî şimdi" adına bütün bir geçmişi lanetlemiştir. Ulysses romanının genç kahramanı S. Dedalus da aynı gerekçelerle: "Tarih" der, "uyanmak istediğim bir kâbustur".

Aslında Descartes’ın "cogito"sundan bu yana felsefenin tarihi de bu kâbustan uyanmanın sürecidir. Batı insanının "mânâ haritası" kâbustan temizlendi temizlenmesine, peki ya netice? Mahmur gözler ovuşturulup etraf aydınlanınca, manzaranın "pis bir gerçeklik"ten başka bir şey olmadığı görüldü. Bu, biraz da Yunan Mitolocyasındaki Sisifos’un kaderine benzer: Tanrılara karşı suç işleyen Sisifos cezaya çarptırılır. Cezası, büyük bir kaya parçasını omuzuna alıp bir dağın zirvesine taşımaktır. Dağın zirvesine tam çıktım derken, kaya parçası gerisin geriye bayır aşağı yuvarlanır. Sisifos’a düşen umutsuzca da olsa her gün bu işe yeniden soyunmaktır. Sisifos perişan hâline rağmen, tanrılara meydan okumuş olmanın hazzını yaşar. İşlediği suçtan pişmanlık duymak aklının ucundan bile geçmez.

Pişmanlık hissine yabancı Batı medeniyetinin bir kâbustan bir diğerine uyanması, elbette mukadder bir neticedir.

Batı medeniyetinin insanı ihyâ edici, felâha kavuşturucu meziyetleri ihtivâ etmediğini gören ve fakat yine de "Batı medeniyetinde ısrarlı" bir tarafı olan Freud, şeytanî bir dehâ hamlesi ile şöyle bir muhakemede bulunur: Her ne kadar insanda temel his eros (behimî, şehvanî arzular) ise de, medeniyetin kurulabilmesi ve tekâmülü eros hissinin baskı altına alınabilmesiyle mümkündür. İnsanlarda görülen nevrozlar da -ki modern insanın hastalığıdır- medeniyet adına erostan verilen taviz sebebiyledir. Günah sevap kavramları, dolayısıyla vicdan denilen mevhibe bu çerçevede mütâlaa edilmeli. Vicdan dediğimiz his, sadece bir oto-sansür mekanizması olarak erosun taleplerini oyalamakla, ertelemekle mükelleftir. Zaten nevroz vakıası da, erosun taleplerini bastırmakla vazifeli oto-sansür mekanizmasının fonksiyonunu ifâ edememesinin bir tezahürüdür. Şayet hakikat Freud’un dediği gibiyse, bir medeniyet savaşçısı olarak en sıhhatli kişinin Hitler olduğuna pekâlâ hükmedilebilir. Hitler de tıpkı Faust gibi tatmin edilmemiş bir iktidar hırsının mümessilidir en nihayet.

Batı medeniyeti, ahlâka dayalı bir zihnî inşâ modeli yerine, kendinden menkul -putunu kendi yapar, kendi tapar karakterli- akla dayalı bir zihnî inşâ modelidir.

Felsefe profesörü Teoman Duralı’nın tesbitiyle:

"Tek ilâhlı Vahiy dinine ve onun âşikâr ifadesi İslâm'a kadar meşrûluk; belirgin, insanüstü ve fizikötesi kaynaktan mahrum bulunduğundan, değişkenlik ve izafiyete açıktı. Her kültür ve medeniyet çevresinin, kendine mahsus meşrûluk kabulleri ile anlayışı vardı. İzafiyeti aşan, küllî anlamda ahlâk ve hukuk çerçevelerindeki meşruluk, ancak ALLAH'ın varlığıyla ilişkilendirilmiş fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştü. Bu noktadan hareketle, dinin iç ve dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü kaale almayan Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti'nin, izafiyeti aşan küllî bağlamdaki meşruluktan mahrum olduğu, mantık gereğidir. Mademki meşruluğun kaynağı ahlâk, bunun da pıhtılaştırılışı hukuk olup, düzenlenişi insan elinden çıkmış görünür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkça mevziî kalmaya hükümlüdür. İnsancı-aydınlanmacı (Alm: Humanistisch-aufklärungs) düşünürlerle filozofların iddiası, yani akıl ürünü sığ ahlâk prensip ve kaidelerinin, devamla bunlardan inşâ olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ küllî olabileceği iddiası, temelsizdir. Zira, ahlâkın esası neresidir? Dışımızdaki çevre midir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, tabiî çevreden Ôateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının sözkonusu olamayacağı öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724-1804) bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakikatinin aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme türünden saçmalığa düşeceğiz veyahut onun, kaynağını akılüstü, fizik-ötesi bir makamda bulduğunu söyleyeceğiz.

Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, 17. Yüzyıldan beri birinci şıkkı kendisine fikrî ve zihnî zemin almak tercihinde bulunarak, saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel prensipten mahrumluk, daha açık bir ifadeyle, Allahsızlıktır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, Allahsızlık çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: Terbiye edici (Rabb) ilk ve Sığınılacak (Rahman) son mercîden kesin mahrumluk! Böylelikle kişi, mutlak yalnızlık (absolute solitude) dediğimiz tutamaksız durumda, kendi eksik varoluşuyla başbaşa kalır. Alemde yapayalnızdır, öksüz'dür" (6)

Faust, dolayısıyla Batı medeniyeti; insanın, kâinattaki yerinin ne olduğu hususunda Rabbine karşı müstağnî tavır takınmasının tabiî neticesi olarak şeytanın kucağına düşmesinin ibret vesikasıdır.

 

 

* Johann Spiess’in 1587 tarihli "Faustbuch" u ve Christopher Marlowe’un bir yıl sonrasının tarihini taşıyan "Doktor Faustus’un Trajik Tarihi" nden bu yana birçok edebî esere mevzu teşkil eden Faust efsanesi, 16. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olduğu farzedilen ve daha çok büyücülükle şöhret kazanan Johann Faustus ismindeki kişiye-kişiliğe dayanır.

Bütün ilmî tetkik ve fikrî teşhis çabalarına rağmen, bir türlü itminana erememiş bulunan bir hakikat araştırıcısı, kendisini imza karşılığında şeytana teslim eder; onun yardımıyla bütün ilimleri ve sanatları, dünyanın bütün hazinelerini ve zevklerini elde etmek, onun sayesinde kendisini bir zaman için Yaratıcı gibi hissetmek ister. Bu, şeytanın elinden geldiği "kadar" mümkün olur. Faust onunla birlikte dünyayı dolaşır, bir sihirbaz olur ve bu süreçte yaşayanlara ve ölülere hükmetmek kudretini elde eder. Her türlü zevki tadar, fakat yine de, tatmin edilmemiş bir halde pişmanlık duyar; içten bir dua ile Allah’a yalvarır, tam bu kesin karar ânında şeytan ona Helena’yı getirir. Faust kadının güzelliği ile büyülenerek bütün tövbe ve kurtuluş düşüncelerini bir yana atar, hemen kadının üzerine atılıp boynuna sarılır. Fakat kadın, onun kolları arasında bir cin şekline girer. Böylece o, hem dünya zevkinde hem de İlâhî saadette "aldatılmış" olarak cehenneme yuvarlanır.

"Sanat faaliyetinin alanı zamandır" diyen Goethe, artık kukla oyunlarına sığınmak zorunda kalan Faust temasını yeniden işler. 1770’de, 21 yaşındayken yazmaya başladığı eseri, 1831’de, ölümünden ancak bir yıl evvel tamamlayabilir. Goethe’nin Faust’u, diğerlerinden şöyle bir farklılık taşır ki, o, Sanayi İnkılâbı öncesi temelleri atılan modern insanın hassasiyetini temsil eder. Nitekim, Puşkin, bu eseri "modern hayatın İlyada'sı" şeklinde nitelemiştir. Faust trajedisi, modern insanın icmâli gibidir. Dahası, son üçyüz yıllık Batı tarihi, Faust’un tafsili mahiyetindedir.

 

Kaynaklar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, İBDA Yay., İstanbul, s. 21

2) S. Kierkegaard, Korku ve Titreme, (Çev: Ekrem Düzon), Ana Yayıncılık, s. 41

3) Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı (Şiir), İBDA Yay., İstanbul, s. 38

4) Goethe, Faust, İstanbul Kitabevi Yay., s. 64-65

5) Sean O’casey, Sunset and Evening Star, Akt. Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık, (Çev: Aziz Yardımlı), İdea Yay., İstanbul 1985

6) Teoman Duralı, Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti, İz Yay., İstanbul 1997