Konferans Çözümlemesi
 
İLÂHÎ KOMEDYA'DAN TİLKİ GÜNLÜĞÜ'NE
Selim GÜRSELGİL
 
 
-Yaşar Şadoğlu Beyefendi'ye İthaf-
1
 
Dante Alighieri'nin 14. asır başlarında kaleme aldığı "İlâhî Komedya", Avrupa edebiyatı için bir dönüm noktası olmuştu. Bizim bir konferans aceleciliği içinde ve daha ziyade aynalara yansıdığı hâliyle göstermeye çalıştığımız bu eser, bugün hakkındaki tezlerimiz etrafında oluşan tenkidlere bakıldığında, sarahatle aslına ircâ hamlesini bekleyen bir alacakaranlıkta kaldı.
Aslına bakarsanız, biz konferans seviyesini, Dante okunmuş ve biliniyor farzederek tâyin etmeye çalıştık. Böyle olunca, naylon topa vargücüyle vurmuş bir adam gibi, vurduğumuz hedefte merâmımızı kaybetmiş olduk. Tabiî bu, ifademin başarısızlıklarını, konferansın zihin dağınıklığını peçelemek için söylenmiyor. Özellikle İbda dışı, "İslâma Muhatap Anlayış" dâvâsını kavramamış ve tek müşterek noktamız meslekdaş olmamız olan bazı çevrelerden yükselen bazı "ithamsı" tenkidler karşısında, doğrusu neye uğradığımızı anlayamadık:
- Hocam yani, ne oluyor yani, Yunanlılar filan (şimdi de Dante), bize baksak biraz yani...
Şayet siz de Dostoyevski'nin budalası gibi, aklı başına çabuk gelmeyen kimselerdenseniz, herhâlde bu itham karşısında şöyle bir cevap bulursunuz... yani:
- Kur'ân'da da Lût kavminden bahsediliyor. Ne demek istiyorsun sen?
İslâmcı bakmak için, İslâma bile İslâmcı bakabilmek için, İBDA Diyalektiği'ni, düşünme biçimimizin motoru addetmenin şart olduğunu ihtar edici bir misâl... Eğer bu olmuş olsaydı, İslâmcı tefekkürün temel ölçülerinden birinin "dışa bakış" ve onun da hedefte şu olduğu bilinirdi:
- Onun bâtınını... yani gizli kalmış imânını selamlamak istedim!
- Yapamadın!
Ayrı fasıl...
Bunun dışında, bir müslümanı kâfire müslümanca bakmaktan kim men edebilir ki?.. Bir kâfire müslümanca bakmış adam, en hafifinden kendi saflarına düşmanı tanıtıyordur... Düşman ki, güzeli ve cazibeyi senden çalıp, sana bir kuru cübbe bırakmış... Dante'ye (veya Batı'ya) İslâmcı bakış dâvâsını, niçin hikâye ve şiir döktürmekten daha üstün tuttuğumuz anlaşılıyor mu?..
Hikâye, şiir, roman... bunlara nasıl karşı olunabilir?.. Mesele bu gibi, bir medeniyetin tahassüs ve tahayyül dünyasına biçim veren âletlere karşı olmak meselesi değil zaten; önce âletleri tanımak ve tanıtmak, önce medeniyet telâkkimizin derinliğini görmek ve göstermek, önce öz edebiyat ölçülerimizi ortaya koymak meselesi... Yoksa, bana ne Dante'den; dinin rüknü değil, bir şey değil!..
Fakat şu, bir toplu cevap niteliği taşır:
- Ben yapmasaydım, sen yapmak zorundaydın!
Tabiî, şu da:
- Ben yaptım, sen daha iyisini yap!
Farkındayız ki, bu sözler, sırf bir enfüsî aklanma kaygusuna dayanmıyor, böyle bir şey zaten lüzumsuz; ancak Akademya'ya "neler dururken nelerle uğraşıyorlar" diyerek, güyâ İslâmcılık adına istiskâl eden bazı zayıf idraklıları suçüstü yakalamak gayesi güdüyor. Bunlar duruyor ve bunlarla şimdiden uğraşmaya başlamak gerekiyor. Niçin mi? Samimiyetsizce istediğinizin samimi kavgasının niçin buuduna dipnot olsun diye...
 
ll
Öyleyse, kendimiz çalalım, kendimiz oynayalım:
- Niçin şu veya bu şair değil de, hassaten Dante?..
Biraz marazî bir girizgâh oluyor ama, buna verilecek cevap çerçevesinde, yolumuzda daha emin adımlarla ilerleyebiliriz.
Efendim, Dante Alighieri, Avrupa'nın ilk ve belki de en büyük şair ve edibidir. Müslüman şair ve hakîmlerin ezici baskısı altında yaşanan bir kıt'ada, müslümanlardan aldığı hikmetleri, hıristiyanca bir vecd ve muhteşem bir kelâm hüneriyle, kendi medeniyet hamlesine "mâletmesini" bilmiştir. Gerek şairliği, gerekse tarif etmeye çalıştığımız dâvâ adamlığı itibariyle, Avrupa'da eline su dökebilecek bir başka babayiğit çıkmamıştır. Göthe ve Puşkin'in İslâma olan hayranlıkları, zamanenin yağdırdığı tereddütler altında kalmış ve asla Dante çapında bir estetik ve aksiyon kaynaşmasına fidelik edememiştir. O'nun yanında Shakespeare, Chauser ve Montaigne, karşıdan gelen adamın dağınık saçlarındaki sirkeler gibi kalırlar. Dante'nin, kendisine kadar olan hıristiyanlık ilâhiyat (teoloji) ve kevniyatını (kozmoloji) estetik bir çeviklik içinde özleştirmesi, nihayet o çapta bir aksiyonu temsil eder ki, onun yanında Baudelaire, Rimbaud ve Valery, kavga esnâsında yakınıyla yabancı arasında tercih yapamayan ve korkarak kaçan çocuklar gibi dururlar.
"Niçin Dante?"ye cevap mahiyetinde bu kadar sebep yetmez mi?
 
lll
Dante, İlâhî Komedya adlı üç ciltlik eserinde, uhrevî âleme bir yolculuk yaptığını hayal eder. Eser, bütünüyle, bu yolculuk esnasında karşılaşılan ibret sahnelerinin, unutulmayan bir aşkla nefse tatbikiyle, bu tatbikin hıristiyanlık propagandası hâlinde umumîleştirilmesinden ibarettir. Dante önce "Karanlıklar Ormanı" istiaresiyle anlattığı, yolunu kaybetmişlerin, hezimet ve çaresizliği tatmışların dünyasında, nefsini temsilen birtakım hayvan suretleri seyreder. Bunun ardından Romalı üstadı Virjil yetişerek, kendisini o uhrevî yolculuğa çıkarır. Birinci cilt, Cehennem'de geçer. Dante'nin yolculuğu sırf hayal mahsulü olduğu için, şairin hayatta ve tarihte sevmediği, yetersiz bulduğu kim varsa, oradadır; ibret-i âlem azaplar ve cezalar içinde... A'raf cildinde ise, günahkârların vâdelerini doldurup Cennet'e girme beklentilerini görürüz. Cennet'te Dante'yi sevgilisi Beatrice karşılayacak ve ona hıristiyanlığın üstünlüklerini tanıtacaktır.
Fakat İlâhî Komedya, sırf uhrevî bir hayalden ibaret görülemez. Belki bundan daha kuvvetli bir vechiyle, politik mücadelenin inanılmaz bir silahıdır. Siyasi hayatında yenilmiş, sürülmüş ve gıyabında idama mahkûm edilmiş bir adamın, içinde yaşadığı dünyaya tavır almasının, korkunç bir suretidir. Dante, hani bir makale yazsa, "sen iyisin", "sen kötüsün", "sen, eh" şeklinde değerlendirmelerde bulunsa, hattâ bunları etraflıca temellendirse bile yapamayacağı bir kavgayı, İlâhî Komedya sayesinde başarmıştır. İyiler Cennet'e, kötüler Cehennem'e, şöyle-böyle insanlar A'raf'a...
Belki bütün bunlardan daha hayret verici olanı, İlâhî Komedya'nın benzersiz bir aşk hikâyesi olmasıdır. Dante'nin üç cilt boyunca, sabit fikir hâlinde üzerinde durduğu tek mevzu, belki de aşktır. Dante, aşkı sayesinde, bir taraftan dünyanın kendisine vermediği sevgiliyle bir başka mânâda, ahirette kavuşmayı hayal ederken, bir taraftan da dünya hayatı ve insânî hakikati kavramlaştırır. Bu mânâda, Cehennem, A'raf ve Cennet, sanki uhrevî âlemin hakikî menzilleri değil de, dünya hayatının ve insânî hakikatin hâllerinin bir tasnifidir. Kötü ve sıkıcı hâllerin ismi Cehennem, elemli ama ümitvar hâllerin ismi A'raf, saadet ve zevk hâllerinin ismi ise Cennet'tir. Dante burada demek ister ki: İnsan denen mahlûk, aşağıların aşağısı ve yücelerin yücesi arasında gidip gelme istidadındadır!
Dante'nin kendisi, eserinin bir dördüncü mânâsı daha olduğunu söylemektedir ama, şayet bu söylediklerimizin zımnında mevcut değilse, onu bulup çıkarmak için ayrıca uğraşmayacağız.
 
lV
"İlâhî Komedya", Şeyh-i Ekber'in "Dürr-ü Meknun" isimli eseriyle mukayese edilebilir mi?
İki bakımdan edilemez; ki bunlar aynı şeydir:
Birincisi, "İlâhî Komedya" bir sanat eseriyken, "Dürr-ü Meknun", bir hikmet kitabıdır...
İkincisi, Dante, hayatı hayal yoluyla kavramaya çalışırken, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri onu his ve hayal dünyasının ötesindeki hakikî suretiyle keşfetmiştir.
İki eser, dış yüzden birbirini andırırlar. Dante, çağının en büyük mütefekkirlerinden biri kabul edilen Şeyh-i Ekber'in bu eserini, büyük ihtimâlle görmüştür. Fakat Şeyh-i Ekber'in anlattığı dünya, asliyle çok farklıdır. Meselâ der ki: Falanca beldenin halkı, köpektir... Gidin, bakın bakalım sahiden köpek mi? Ama öyle değil... Hisle göremezsiniz onu, hayalle belki sezersiniz; ama hakikatte olduğu gibi değil...
Binaenaleyh şöyle bir hükme varabilir miyiz:
- Bizim sanatkârlarımızın herbirinden keşif ehli olmalarını beklemiyoruz ama, herbirinin kendilerinde bulacakları en sahici hayal gücünü, keşif ehlinin ifşâ ettiği hakikatlere uygun kullanacaklarını umuyoruz.
Bu nasıl mı olur?
Ha şunu bileydiniz!..
(Hatırlatma: Dürr-ü Meknun, yani "Gizli İnci"...)
 
V
Hissi, hayali, keşfi ve bunlara dair kültür verimlerini anlayabilmek imkânını, bize Tilki Günlüğü veriyor. Tilki Günlüğü, sanki tarihin her devresine ışık tutuyor ve birbirinden farklı dil ve kültürlerin de birbirini görebilmesini sağlıyor. Bilindiği gibi, en büyük anlaşmazlık veya kültür çatışması, Avrupa'da yaşanmıştı. İbretlik bir misâl olarak kilise kodamanları, Giordano Bruno'yu, "dünya kâinatın merkezidir" demediği için 13 sene yargılamış ve nihayet feci şekilde öldürmüşlerdi. Halbuki klasik kültürü temsil eden skolastikler ile modern kültürü temsil eden Bruno, birbirinin dilinden anlayabilselerdi, aralarındaki münazaranın pek ehemmiyetsiz olduğunu göreceklerdi. Ne kadar acıklı bir hikâye bu!
Birbirinin dilinden anlamak... İşte bunu bugün Tilki Günlüğü temin ediyor... Bunu yaparken, tecridin en lâtifiyle, teşhisin en kesifi arasında, bütün dillerin kökü ve aslı olan dile nüfuz ediyor. Mecaz ve hakikat, klasisizm ve modernizm, muhtelif bakış ve görüşler, İslâm dairesi içindeki hakikatlerini, Tilki Günlüğü'nde buluyorlar. Bu, kültürler ve toplumlar için olduğu gibi, fertler ve gerçeklikler için de böyle...
İslâm tarihinde, mecaz ve hakikat, sır ve marifet birbirine karıştırılır gibi olduğunda, hemen bir babayiğit ortaya çıkar ve "rind" ile "zâhid"i kucaklaştırıp barıştırırdı. İlâhî Komedya ile hemen hemen aynı dönemde kaleme alınmış olan "Gülşen-i Râz" adlı manzum eser, böyle bir hüviyeti haizdi. Te'lifler olmazsa şerhler, hikmetler olmazsa te'viller, "zıd kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmı"nı mutlaka yakalar, ruhun hakkını ruha, aklın hakkını akla vermesini bilirdi. Fakat Batı'da "clericus" denen rahiblerle, "laicus" denen din dışı çevreler arasındaki çatışma, böyle bir muvazene nizâmı tutturmaktan âciz kaldığı gibi, birbirini boğazlarken ortalığı öyle bir velveleye verdi ki, ortada ne din, ne ruh, ne akıl, ne anlayış, ne kültür, ne şu ve ne bu kaldı. Maalesef bu bizim pörsüme ve çürüme devremize tekabül eder...
İşte Tilki Günlüğü, bir yönüyle bu tarihî şaşkınlığı ortadan kaldırıyor. Bütün anlayışların çekirdek tabakasına kadar giderek, bütün anlayışlar için müşterek bir anlayış ve anlaşma zemini temin ediyor. "Kültür İnkılâbı", başka nedir ki?
 
Vl
Çevremizde karşılaştığımız yoğun tenkidlerden biri de, Sezai Karakoç hakkında sarfettiğimiz bir iki cümle oldu. Demek ki anlaşılmıyor, üzerinde durmalı...
Sezai Karakoç ne yapıyor? Kendi kendine konuşuyor. Hem acınası bir psikolojik maraz hâlinde, hem de bir sanatkâr acziyeti içinde...
Sezai Karakoç, kendince bir aşk şairidir. Şiire döktüğü aşk da, -imam-hatipliyi tenzih ederek- imam-hatip lisesi duvarları içinde itibarı olan, zamandışı bir his ve hayâldir. Karakoç'un şiirlerinin imam-hatip lisesi duvarları dışında hiçbir geçerliliği yoktur. Yahut üniversite çevresine düşen mazbut terbiye almış gençleri tatmin eder Karakoç. Bu gençlere kıymet verip onlara yol gösterdiği, böylelikle şairlik mükellefiyetlerinin asgarisini ifa ettiği de yoktur. Sadece anlatır, arada bir âyet meâli, yahut İslâmî yer ve kişi ismi telmih eder; olur size İslâmî aşk...
Oysa aşk bir aksiyondur, iştir, ibdâdır. Kendi içine döndüğü, bize kendini anlatmaya kalktığı ân, aşktan en uzağa düşmüş olur. Aşk bir bakış açısıdır, bir hayat kavgasıdır, bir yaşama tarzıdır. Biz bu mânâda şöyle demiştik:
- Aşk insana âlemde yolların bilgisini ve kahramanların sanatını verir: birincisinde ilim, ikincisinde amel...
Aşk, ibdâ edicidir, evet, bilgilendiricidir. Sen falanca kadına aşk şiirleri yazıyorsun, iyi ama bana ne? Ben okuyucuyum; zalim hükümdarların en hunharı... Haracımı isterim. Senin aşkın bakımından kendi yerimi görmek isterim şiirinde... Ama sen kendi yerini bilmezsen, bana nasıl yer gösterebilirsin ki!.. Yolların bilgisine varamamışsan, aşk mı dersin ona?..
Aşk, ibdâ edicidir, evet, döğüştürücüdür. Âşık oldum diye kendi içine dönen adam, kendine âşık olmuştur. Aşk, oku fırlatan yaydır. Seni ok gibi ileri fırlatmıyor, yumruklarına dost ve düşman hisleri telkin etmiyorsa, o ne biçim aşktır. Eğer estetik bir aksiyon ifadesi değilse, içi boş kutunun yaldızlı ambalajıdır. Bu mânâda İBDA'nın tezi şudur:
- Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!
Eğer güzel, doğruluktan gelmiyorsa... Bizzat ifadesi değilse doğrunun... Estetik, aksiyonun cümle kapısı değilse... Allah muhafaza o aşk isyana, cinnete, dalâlete götürür adamı...
Dante aşkı sayesinde -İslam nokta-i nazarından olmasa da!- cennete gitmişti. Karakoç nereye gidiyor?
Ha söyleyelim, Karakoç, Dante kadar bile anlaşılmamıştır. Onun sahiden peşinden giden adam sayısı hiçbir zaman üçü beşi geçmez. Asıl mesele sayı değilse de, burada sayı unsurunun mânidar bir asliyeti vardır. Karakoç'un tatmin ettiği mazbut gençler, onun bir mesih olabileceğini hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Karakoç da kendinde bunu onlara ilân edecek cesareti hiçbir zaman bulamamıştır. "Diriliş" demiş, buna dair hikmetlerden bahsetmiş, ama hiçbir zaman sözü kendi nefsinde bitirdiğini söyleyememiştir. Malûm, idrakler küt, o söylemeyince kim anlayacak?
"Diriliş", "söz", buna benzer şeyler... İsa Peygamber'e dair kıssalardan hisseler... Karakoç, İsa Peygamber'in melekût vasfını teslimiyetçilik olarak anladığı için de, ne yahudilere ne Romalılara asla korkutucu gelmemiştir. Velhasıl, şiirinde de, hayatında da, kendi kendini meshetmekten aciz bir garip mesih taslağı olarak kalmıştır.
İnsan acıyor böylelerine. Sadece güzel söylemeye çalışan, söyleyen, ama doğruluk dediğiniz yerde adı anılmayan insancıklar... Olmamışlar, olamamışlar... Pişmemiş, yanmışlar... Üstad'ın deyimiyle "kavruk nesil"...
Çağımızda, aşkı hissetmek gibi bir hassanın hâlâ sözkonusu olabilmesi, elbette gözardı edilmeyecek bir keyfiyet... Ama bu keyfiyet, en iyimser tahminle, size sadece aşkın nasılını verebilir. Ya niçin? Aşk niçin, sevgili dostlar? Allah size bu duyguyu veriyorsa, niçin veriyor?
Aşk deyince, senelerdir bu kadar hadise gördüm, işittim. Ama bu mevzuda, esir gönüldaşlarımızdan Himmet Meğer'in anlattıklarından daha yanık bir türkü bilmem:
- Aşk bana öyle gelmişti ki, sanki hiç kimse onu hissetmiyor ve benden başka hiç kimse âşık olmuyordu. Birinden aşk hikâyesi dinlemek mi, en büyük zulüm buydu bana. Bütün şehri ayağa kaldırmak, aşktan başka her şeyi yakıp kül etmek istiyor, bu hisle itimad edebileceğim bir tek nokta arıyordum. Bir gün Ali Osman bana Kumandan'ın "Yaşamayı Deneme" isimli romanını verdi. Bu adam bu işi gerçekten biliyor, diye düşündüm. O yoldan şifa buldum. Sonrasını biliyorsun işte. Sevgili öldü, ama sevgi yaşıyor. Hem de, vasıtayı intikal ettiren yakıt gibi, yaşatıyor, döğüştürüyor.
Allah, her şeyi yok edici yangını, bir melek vasıtasiyle sükűta erdirmişti.
 
Vll
"Tilki Günlüğü" isimli eserden ilk defa 1990 yılı ortalarında haberdar olmuştum. İBDA Mimarı, bu isimli bir eserinde, yüzyılımızın topoğrafya haritasını çıkaracağını, Nokta dergisi vasıtasıyla açıklamıştı. Yani yüzyılımıza ait herkes ve her şeyin içinde olacağı bir eser. Böylece biz bağlıları da bu yönde bir beklenti içine girdik.
Doğrusunu isterseniz, ben çok farklı şeyler hayal etmiştim. 1991 yılının sanırım Eylül ayında, Tilki Günlüğü'nün birinci cildi, KİP lokalinde verilen bir resepsiyonla kamuoyuna mâledilince, tam mânâsiyle şoke oldum. Eserin verdiği ilk intibâ, hayalimde kurduğuma hiç benzemiyordu. Adetâ hayal ufkum paramparça olmuş, Tilki Günlüğü, ilk sahifesiyle son sahifesi arasında hiçbir şey anlayamadığım belki de tek eser olmuştu. Demek ki, hayalim ona hazır değildi; insanın hayalinin mayası onun kültürüdür; demek ki bir kültür fukarasıydım.
Tabiî bu hiçbir zaman, bir maymunun Kitab-ı Mukaddes'in sahifelerini çevirmesi kabilinden olmadı. Bir maymun, bir kitabın içine asla giremez, ona sadece bakar ve muhtevâsıyla hiçbir münasebet kuramaz. Oysa beni daha ilk bakışta, tutup eserin içine çeken birşeyler olmuştu. Adetâ içimden bir ses, bu lisânın, bu kelimelerin bana yabancı olmadığını söylüyor, fakat karşımdaki kimse bir konuşma üslûbu tabiîliğinde olduğundan ve konuşurken benim acemiliğime kayıdsız bulunduğundan, konuşulandan hemen hemen hiçbir şey anlamıyordum. Yabancı bir memlekette kağıt üzerinde lisân öğrenmeye çalışıp sokağa çıktığında afallayanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Bu atmosfer içinde, Tilki Günlüğü'nün, dikkatime ilk takılan hususu, işaretlenen tarihler oldu. Günlük, niçin 17 Ağustos gününden başlıyor? Bu benim için bugün hâlâ bir muammadır. Ne var ki, ben, pek küçük yaşımdan beri, bir tarih işaretleme hastasıydım. Kendimce mühim saydığım hadiseleri, gün, ay ve yıl olarak hemen not ederdim. Elimde 1985 yılının Haziran ve Temmuz aylarından kalma birkaç şiir vardır. 1986 yılının Kasım ayından itibaren ise hayatımı gün ve ay olarak yeniden diriltebilecek tarihler kaydetmiş bulunuyorum. Bahsettiğim yıllarda ben 12 ve 13 yaşındaydım, ama bu iş için haklı mazeretlerim vardı.
Fakat 17 Ağustos 1990 tarihinin benim için, bahsettiğim tevafuktan çok daha başdöndürücü bir hikâyesi vardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, günlerden cuma idi. Bu tarihten tam iki hafta önce, ilk defa iki arkadaşla Ak-Doğuş bürosuna gelmiş ve bizi de hesaba katmalarını istirhâm etmiştik. Sonraki iki hafta içinde; arkadaşlarım ikinci bir ziyarete yanaşmamış, ben aradan bir hafta geçtiği hâlde, yüzsüzlük olur diye gitmemiş, ancak üçüncü cuma tek başıma varıp boynuma halkayı geçirtmiştim. Bu da 17 Ağustos 1990 tarihine tekabül ediyordu. O gün benim için, hüzün ve sevinç biraradaydı. Hüzün, Ak-Doğuş'un kapatıldığı haberiydi. Halis Turan'la beraber, kapanış beyannamesini dağıtmıştık. Heyecanımı aksiyona dönüştürmeye karar verdiğim gün, bu başıma gelen de nesi?
Hayrettin Soykan'la da o gün tanıştık ve idarehaneden beraber ayrıldık. O beni hiç konuşturmaksızın, sanki 40 yıldır tanıyormuşçasına habire anlatırken, o koca yokuşu nasıl söktüğümüzü, ipe çekseniz söyleyemem.
Diyeceğim, benim Tilki Günlüğü'nden üzerime aldığım ilk elbiseler bunlar oldu. Sanırım ki, onda herkes için bu kabil tevafuklar bulunur. Çünkü onda herkes var. Kapağını açmadan, içinde neler bulacağınızı tahmin bile edemezsiniz. Onun içinde siz varsınız. Evet, siz. Siz kendinizi biliyor musunuz, siz kendinizi tanıyor musunuz? Hiç sanmıyorum. Eğer ayna diye bir cisim olmasaydı, insanlar kendi suretlerini hiç tanımazlardı. Tilki Günlüğü de, yaşadığımız hayatın bir aynasıdır. Eğer oraya bakmaz ve kendinizi orada görmezseniz, kendiniz hakkında hiçbir ciddi fikir edinemezsiniz. Kendini bilmeyen insan... Âlemde ondan daha kötüsü yoktur; zirâ o İslâm ile mükellef değildir.
Tilki Günlüğü okumayarak Tilki Günlüğü'nden kurtulabileceğinizi hiç hayal etmeyiniz. Ölümü düşünmezseniz ölümden kurtulmuş mu olursunuz? Ne büyük hatâ! Ölüm ki en şedid hışmını, hayatta kendisine kayıtsız olanlara hazırlamıştır. Tilki'nin de sanırım en büyük oyunu, onun Günlüğü'ne kayıtsız kalanlara olacaktır. Kaçmak hiçbir zaman kurtuluş değildir. Her devrin en lânetlisi kimdir sanıyorsunuz: Savaş kaçkını...
Hayrettin ağabeyden, Tilki Günlüğü hakkında daima buna benzer telkinler aldım. Bana onu asla hafife almamamı, asla ihmâl etmememi, zirâ Kumandan'ın bu tip bir gevşekliğe hiç müsamahası olmadığını söylerdi daima... Ah, diyeceksiniz ki şimdi, o -her kimse!- bir yazar, bense bir döğüşçüyüm; o anlasa da, ben anlamam. Katılmıyorum. Ne anlamak istiyorsun ki, ne anlayacaksın? Sen kendini tanımaktan âciz misin? Tilki Günlüğü'nü hiç elinden bırakmayan, Ali Osman Zor'dan, Kemal Şişman'dan, Şaban Çavdar'dan, ismini anmadığım için kusura bakmasınlar, diğer gönüldaşlardan daha mı hızlısın yoksa?
Şunu biliniz ki, İBDA Mimarı'nın herkesten istediği, Tilki Günlüğü'nde kendilerini bulmalarıdır. Çünkü bu aynı zamanda, "Zamanın Sahibi'ne Şahidlik" gibi, tariften âzâde bir misyondur. Tilki Günlüğü'nde ne mi var? Çok basit: "Kumandan'ın Yüzü"... Bu o kadar açık ki, başka birşey yok diyebiliriz. Sana düşen de, "O'nun yüzündeki ben"i görebilmek. O ben, sensin. O "ben"i görmeyen, O'nun yüzünü de görmemiş sayılır. O'nun yüzündeki ben'i görendir ki, iki cihanda aziz...
Tilki Günlüğü oku ve okut!..
 
Vlll
"Ben", kişinin kâinat telâkkisinin dayanak noktasıdır. Bu mânâda ölçü meali:
- Kendini bilen, Rabbini bilir!
Hayata dair bütünlük, "ben" etrafında kurulur. Nasıl ki, İslâmın ilk şartı, şehadet kelimesini kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır. O kelimeyi söyleyen kişi, eskiden içinde bulunduğu dünyadan çıkar ve yepyeni bir dünyaya adımını atar. Şehadet kelimesini söyleyerek, kendi özünü tayin eder: Ben, Allah'ın ve Resulü'nün şahidiyim, der. Sözkonusu şahidlik, aynı zamanda şöyle bir mânâyı da ihtivâ eder:
- Rabbini bilen, kendini bilir!
Bilinmelidir ki, şahid olma dâvâsının tefekkür ve hikmet plânında tafsili, İBDA Diyalektiği'ne göre, "tenkid şuuru"dur. "Tenkid şuuru" anlaşılmadan, Tilki Günlüğü'ne nazar ederek "ben" ve o ben etrafındaki bütünleniş ve hizâ alıştan ibaret olan "âlem" tayini, ekseriyetle rastgeleliği temsil eder; bu tesbitte "tefekkürsüz samimiyet"in hakikatini inkâr ediş yok, fakat onun hürriyet dâvâsı içinde bir hayli itibarsız ve zayıf olduğuna işaret ediş vardır.
Hâsılı, "tenkid şuuru"nun ayniyetle de, gayriyetle de olsa tâbi olacağı iki usulü anlamağa çalışmakta fayda var:
1. "Bugünkü Batı tefekkürü de varmıştır ki, benliğin içine çekilebileceği mücerret bir âlem telâkkisine bağlı iç hâllerin tahlili, artık kalmamıştır. Bu, benliğin mevcut farzedilmemesi demek değildir; bilâkis benlik mevcuttur, hattâ her zamankinden ziyade mevcuttur. Bu benlik, ancak kendisini aşan bir realiteyle münasebeti içinde mevcuttur; zirâ her şuur, maksatlıdır, yani "nesne-obje"yi hedefler, bu nesne ise, bir iç hâli değil, mevcut bir varlıktır... İşte "fenomenolojik-tasvirî" tahlil, bu hedeflemelerin tahlilinden ibarettir. Dış'ta, "içi dışta takip" şuuruyla bulunmak; İslâm büyüklerinin ifade ettiği, "kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir" hikmeti.
... Dikkat ediliyorsa, bu görüş çerçevesinde "âlem" ve "ben"in birlikte bulunuşu, nesneyi hedefleyen şuurun "realite ile münasebetinde" mevcut oluşu, problemleri doğrudan kucaklayış ve kendi kendine tükenen sistem anlayışından kaçış hâlinde; kısaca, iç'in dış'ta "bulunuş"u idrakıyla dışa bakmak şeklinde bir usule varıyoruz." (İBDA Diyalektiği, s. 201 ve devamı)
"Erich Fromm'dan Tilki Günlüğü'ne Bir Pencere Açma Denemesi..." Harun Yüksel'in bu isimli çalışmasından beri, Tilki Günlüğü okuyuculuğunun en yaygın usulü budur. Bizim Ulysses'den beri ve bu çalışma ile "Kayan Yıldız Sırrı için Şerh Denemesi" (Bkz. Bedîiyyat) boyunca, tâbi olmaya çalıştığımız ölçü de budur. Bu usûl hakikaten son derece avantajlı ve emin bir yoldur. İbdacı çizgide yürütülen hemen hemen bütün çalışmaların tâbi olduğu ölçüyü de açıklamaktadır. Problemleri doğrudan kucaklayış; burada nefsin payı yok denecek kadar azdır, tahmin ediyoruz.
Fakat bir de şu var:
2. "Karşımda rüzgârın tesiriyle bir ağacın yapraklarının kımıldadığını görüyorum... Hiç değilse bu intibaımı, bu suretle naklediyorum. Fakat kullandığım tabirde ağacı ve onu sallayan rüzgârı zikrediyor, hadisenin fizikî bir izâhına da girişmiş oluyorum. Hattâ bu izahı daha da ileri götürerek, aynı maksatla yaprakları kımıldatan muvazenenin kanunlarını, ışık intibâına ve sinir uyarılışının nakline ait kanunları vesaire gibi, daha birçok şeyi sayıp dökebilirim. Halbuki bir yandan geçmiş tecrübem, bir yandan da öğrenebildiğim kadar fizik ilmi sayesinde, derme çatma meydana getirdiğim bu fizik realiteleri, fazla olarak da "kavrayışım" dışındaki varlıklarını iddia ettiğim birtakım nesnelerin karşılıklı tesirlerine dayanan bütün bu izahı ben, şimdi bir yana bırakmak istiyorum; yalnız ve ancak görünenle, fenomenle, bu saf ve yaşanmış intibâ, yani akışla yetinmeyi arzu ediyorum. Fakat bu tasviri yaparken ben, yalnız dış dünyayı düşünen fizikçinin aksine olarak, intibaımı, ne onu duyan şuurumdan, ne de vücudumdan ayıramam; intibaımı, kendimle eşyanın birlikte ve aynı zamanda verilmiş bir varlığı, bir "birlikte hazır bulunuş"u gibi yaşarım. Bu münasebet, sebep-netice arasındaki "determinist-muayyeniyetçi" bir bakışa mevzu münasebetten apayrı olan nevi şahsına münhasır bir bakış nevîdir; çünkü, yaşanmış tecrübelerden meydana gelme bütün bu sayısız akışlara âlem ve dünya adını verirsek, bu âlem bensiz olamayacağı gibi, ben de onsuz olamam; âlem benim varoluşumla var... Fizikçinin görüşünü benimseyerek, benliğimizi vücudumuzdaki cisimlenişinden, vücudumuzu dünya içindeki varlığından ve dünyadaki nesneleri de, birbirinden tecrit edişimiz, sırf ayırma yoluyladır. Öyleyse bu görüş, fizikçinin âlemini ortadan kaldırmak değil de, bu âlemi muvakkaten sadet dışı yapmak, "cemiyet-deveran" dışı bırakmak, yani nazarımızı bu sırf yaşananın tahliline hasretmek için hür kılmaktır. Bu usűlle düşünce, yani fenomenoloji, sırf tasvirî -şahitlik edici- bir ilim oluyor." (İBDA Diyalektiği, s. 202 ve devamı).
"Fenomenolojik Bakımdan Roman Okuma ve Yazma Tekniği..." O zamandan beri, bu usulü faaliyetlerimize tatbik etmeyi zaman zaman düşünüyoruz. Fakat "Dış'ta 'dış'a bakan iç' şuuruyla bulunmak" şeklinde formülleştirilen bu usulü, umumiyetle gayet zor ve maceralı buluyoruz. Gene de bilmek gerekir ki, bu, şairlerin ve romancıların dünyasıdır.
Toparlarsak, "tenkid şuuru":
1. "Dışta, içi dışta takip şuuruyla bulunmak..."
2. "Dışta, dışa bakan iç şuuruyla bulunmak..."
Tilki Günlüğü'nde bu iki usulün de yeri vardır. Tilki Günlüğü okuyuculuğunda da öyle. Fakat dışta bulunmamak, dışta bulunmaktan kaçınmak, içte başka dışta başka hâlde olmak, yoktur. "İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın." İşte Tilki Günlüğü -ideoloji- kaçkınlarının, İslâma inandıklarını söyleseler de, sosyolog, psikolog, felsefeci, edebiyatçı vesaire olarak İslâmı tekzib etmekte, giderek İslâma inanmamakta oluşlarının fotoğrafı!
"İdeolojiler devri kapandı" diye postmodernist kafa karışıklığını İslâma mâletmeye çalışan mankafa entellektüel çırpıntıları, ideolojinin "inandığınla iş ve eserin arasındaki uyuşma manzumesi" demek olduğunu ve dahası "İslâma Muhatap Anlayış" davasını anlamaktan acizdirler. İdeolojiler devri kapandıysa, senin sosyolojiyle, psikolojiyle, felsefeyle, edebiyatla ilgilenme hakkın nasıl açık?..
 
lX
Uzun zaman hep Tilki Günlüğü'nün dışında kaldım. 1992'de 2.cilt yayınlandı. Üzerimde, birincisinden farklı bir tesir uyandırmadı. Bu arada Hayrettin Soykan ilk defa, lûgat ilmine dair bir çalışma neşretti. Bu, Tilki Günlüğü'ndeki tabloların, yüksek bir dilde nasıl hizâya girdiğini az çok izah ediyordu. Ne var ki, kelimelerin canlı ve dinamik yapısı hakkında, zihnimde hâlen hiçbir ışık yanmamıştı. "Evet, ama" diyordum kendi kendime, "sadece kelimeler bunlar, üstüste yığılmış taşlar gibi, hayatıma bir mânâ katmaktan uzak kelimeler..."
Bu yönde ilk çalışmaları, Ahmed Berkî'den gördüm. Ahmed Berkî, Batı'da "egologie-ben araştırması" adı verilen ve fakat ne olduğu tam bir muammâ olan bir disiplin havasınca, Tilki Günlüğü'nde kendini arıyordu. Onun bunu nasıl yaptığını anlayabilmek için, onun bulunduğu Bursa şehrine ben de birkaç defa gittim. Ben de kendimi aramak, kendimi tanımak istiyordum. Bu heves bende 1993 başından itibaren zaptedilmez bir akış hâlini almıştı. Neden mi? Ah, bunu söyletmeyin bana. Aşk yüzünden. Kendimi değil ama aşkımı orada aramak, içime tarifsiz bir coşkunluk veriyor, bana beni buldurmuş gibi bir sevinç getiriyordu. Yokluğumda, çocukluk arkadaşım Ramazan Güngör'ün, yeni çevresiyle birlikte bir Tilki Günlüğü müptelâsı oluşu, ister istemez katıldığım toplantılarda, hemen hemen herkesin Tilki Günlüğü hakkında fikirler beyân etmesi karşısındaki şaşkınlığım, aşkımdan doğan bir ihtiras hâlinde, yaralarımı daha da azdırıyordu. İkinci cilt ile üçüncü cilt arasındaydık.
İçimden bir ses şöyle diyordu:
- Hem senin, hem senin yaşadıklarının hakikati, Tilki Günlüğü'ndedir.
Fakat hiçbir zaman, bunu itiraf etmeliyim, ben ile başkası arasında bir mutabakat zemini bulamadım. 1994'ten başlayarak, "ben" ile "âlem" arasında bir müşterek mânâ, bir varlığı bütünleme imkânı aradım daima. Bu yönde attığım her adım, "başkası" diye bir duvara çarptı; inşâ ettiğim her sed, "başkası" isimli rüzgâr tarafından yıkıldı. Hürriyeti şöyle tarif ediyor İBDA Mimarı:
- Kişinin kendi hakikatini, hakikatin hakikatinde tâkib edebilmesi...
İşte hürriyetin, cümle kapısının şehadet kelimesi olduğuna dair, bir başka delil. Şehadet kelimesini söyleyen kimse, kendi hakikatini İslâm'da takib etmeye başlamış olur... Benim dediğim, din bakımından değil ama, hikmet bakımından bir "Cehennem"...
Paolo Coelho'nun çobanı gibi, aşkıyla davası ayrı bir canlı nevii olsaydım, birine giderken birinden gelebilir, kendi hakikatimi, hakikatin hakikatinde (Tilki Günlüğü'nde) aramak gibi bir zahmetten de müebbeden muaf olurdum. Ama gerçekten seviyorsanız, Sezai Karakoç gibi, kendi üstünüze kıvrılamazsınız; Dante gibi döğüşmek zorundasınız.
Geçtiğimiz Eylül-Ekim ayında İstanbul Üniversitesi çevresinde meydana gelen türban eylemlerinde, bu dava, hürriyetin ta kendisi olarak açıktı. Türban, bir bez parçası mıdır? Türban yerine peruk ne demektir? Fettoş iblisine göre, türban sırf bir teferruattır. Herhâlde öyledir. Fakat bizim "teferruat" sözüyle kasdettiğimiz, o iblisin lânetli anlayışı değildir. Türban, "aslı açıcı teferruat"tır. Türbana uzanan el, bir yağlamacının paçavrasına uzanan el muamelesi görmez hâliyle. "Parça bütünün habercisidir" diyor Hazret-i Ali. Türban, bir parça, bir teferruat, ama "bütün" ve "asıl" mânâsını taşımaktadır. Peruğu, bilmem neyi yere çalarak bunu böylece idrak etmektir ki, 1986-1987'de İbdacılar'ın gençlik şuuruna mâlettiği "hürriyet kavgası"dır. "Parça bütünün habercisi", "ben âlemin sırrı" ve "türban hürriyetin delili" gibi ifadelerin, İlâhî Komedya'nın tedai ettirdiği perspektiften, kerâmet çapında formülü ise, İBDA Mimarı'nın dile getirdiğidir:
- Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırmak..." (*)
 
X
Konferansta, Matbuat dergisi temsilcisinin sorduğu sual ve aldığı cevap şöyleydi:
- Dünya hayatında, çirkin olan şeyler bizi nasıl sıkıyorsa, bazı hâllerde veya bir müddet sonra güzel olan hâllerin de içimize kasvet bulutları celbettiği, malûm. Öyleyse, Cennet'te sonsuz olduğu söylenen güzelliğin bizi sıkmayacağından nasıl emin olabiliriz?
- Ben bunun böyle olduğunu sanmıyorum. Dünya hayatı, gölge bir hayattır. En ışıltılı şeyler bile, gölgede flû bir şekilde görünür. Dünyada Cennet ve Cehennem'in gölgesi, hem de birbirine karışmış hâlde mevcuttur. Dante bunu çok güzel kavramıştır. Meselâ İlâhî Komedya'nın Cehennem cildine "azab içinde ye's" gibi bir mânâ verebiliriz. A'raf bizim günümüzde, "kasvet içinde ümit" mânâsına gelebilir. Cennet ise "emniyet içinde zevk" hâlini alır. Şu hâlde gölgede gördüğünüzün hakikatini anlamak da size düşüyor. "Saadet"in, "vecd"in Cehennem'den gelmesi mümkün olmadığı gibi, "sıkılmak", "yorulmak", "bezmek" gibi hâllerin Cennet'te bulunduğu da tahayyül edilemez. Güzel ve yüce olan, insan fıtratına hoş gelen ne varsa, Cennet odur. Kâinatın Efendisi, dünya hayatının asıl hayata nisbetle bir uyku hâli olduğunu beyân ediyorlar. Dünyanın intizamı uykuda nasıl birbirine karışıyorsa, asıl hayatın intizâmı da dünyada öyle birbirine karışmış bir hâldedir. Burada, asıl Cennet ve Cehennem yoktur -hâşâ- demek istemiyorum; ki bu, küfürdür; fakat "Cennet ve Cehennem insandadır", yahut "dünyadadır" sözünün hikmet bakımından doğru olduğunu söylemek istiyorum. Mecaz hiçbir zaman hakikatin yerini tutmaz ve mecaz varsa, hakikat de var demektir. "Mecaz hakikatin köprüsüdür" der Salih Mirzabeyoğlu. (Bkz. Hırka-i Tecrid)
Cehennem, A'raf ve Cennet... Ben bunları, Tilki Günlüğü okuyuculuğum sırasında da hissettiğimi söyleyebilirim. Herkes için böyle midir, emin değilim ama, "İlâhî Komedya'dan Tilki Günlüğü'ne" deyişimin sebebi, tamamen budur. Böyle olunca, Tilki Günlüğü okuyuculuğu benim için, onda yaşamaya benzer bir hâl aldı. İlâhî Komedya gözümde gittikçe küçülüp, nihayet hakikati olmayan bir film gibi, sırf "hayal perdesi" hâline gelirken, Tilki Günlüğü, hayatın ta kendisi oldu. Arzedeyim!
Size söyledim, niyette kendimi değil, sevgilimi, sevgimin hakikatini arıyordum diye. Sevgilim, Dante'nin "beyaz gül" diye tasvir ettiği bir çiçek bahçesiydi. Yüzüne bakınca, kendimi görecek, "o benim" diye el çırpacaktım. Fakat bunun, gökten bir yıldız isteyen çocuğun hâli gibi muhal değil ama, şartlar itibariyle çetin olduğunu düşünmemiştim. Üstelik gözümün önünde sabit bir suret değil, sabit bir mânâya benzetmeye çalıştığım mütemadiyen değişen suretler vardı.
Cehennem, A'raf, Cennet.. Uzun uzadıya, bunlar hakkında tasvirler yapmak istemiyorum. Yeri geldikçe, işaret ederim. Lâkin şunu açıklamak istiyorum. Tabir nasıl rüyaya hayat veren bir nefesse, Tilki Günlüğü'ndeki kelimeler de, siz tecrübe ve kültürünüzle onlara yöneldikçe canlanır, yanınıza gelir, sizi okşar, boğazınızı sıkar. Kültürünüz ne kadar yüksekse, tabloların canlılığı ve suretlerin münasebetiyle olan taallukunuz o ölçüde canlanır. Nasıl ki, "Allah'ın kelimesi", Allah'ın yeryüzündeki bir elçisi oldu ve en dinamik bir hayatı temsil etti. Tilki Günlüğü de böyledir işte; kelimelerini üzerinize göndererek size Cehennemi, A'rafı, Cenneti yaşatır.
Sahiden öyle olmasa bile, siz sadeden öyle farzedin: Tilki Günlüğü'nde gördüğünüz tablolar, cinler âleminden birer isim ve onları meydana getiren suretler de, o cinlerin mahiyeti... Siz onlara bir yerinde hitab eder etmez hemen yanınıza sokulur ve size hâlinizin hakikatini söylerler. Maiyet olan cinlerden bazen bir teki, bazen birkaçı birden, bazen de sırayla size sokulur, eğer sizi okşamak gerekiyorsa okşar, sizi dövmek gerekiyorsa döver ve size istiskâl etmek gerekiyorsa öyle yapar. İşte hâlinizin tabiri de budur. Zamanımızda yaşanan her şey Tilki Günlüğü'nde vardır; siz gölgesiniz ve onun size verdiği cevap, sizin hakikatinizdir.
"Kültür meselesi"ni niçin vurguladığımızı iyi anlamalısınız. Zirâ bütün cinlerin başı, bir "Tilki"dir ve eğer siz Tilki'nin size ne söylediğini anlayacak kültürden yoksunsanız, kendi hakikatinizi asla öğrenemeyeceksiniz demektir. Tilki Günlüğü, bizâtihî bir "irfan bütünü" oluşuyla birlikte, okuyucusunun vasıfsız olmasına tahammülü olmayan bir eserdir. Hiç kimse ona rağmen, kendisi hakkında sahici bir fikre varabileceğini ummasın. "Zamanın Münekkidi", o zaman içinde yaşayan ve yaşananlara, kendi vücudundaki hakikatlerini gösteren bir aynadır. Aynaya bakınız ki, kendinizi ve çevrenizi görebilesiniz.
Mahşerî bir başlangıçta, karanlıklar ormanında "ben kimim?" diye soruyorsunuz. Tilki bu sualin cevabını hemen hemen daima, hiç geciktirmeden verir. "Ben kimim? diye sormak" der, "ölüm nedir? diye sormaktır." (Bkz. TG. 1.cilt) Ve sizi derhal ölümün ne olduğunu kendilerinden öğrenebileceğiniz cin reisleriyle başbaşa bırakır. Cehennem, A'raf, Cennet; onları görürsünüz ve bunlar itibariyle, "ben kimim?" sorusunun hakiki cevabını bulursunuz. "Karanlıklar Ülkesi, Allah dostlarının cismidir" prensibine göre, ölüm, Tilki Günlüğü'dür. Onun ön ve arka kapağındaki aslı bir olan suret, zamanımızın tüm idraklerini kapsayıcı bir dille söylersek, suretin yok olmasıdır; herkes için ölümdür. Ve kişi kendini ancak ölümden sonra anlayabilir.
Cinler nasıl şekilden şekile girer, hâllerinin aynı vücudlar taşırlarsa, kelimeler de öyledir ve bir hâlde kalmak, onların daimi akışlarına ve muttasıl değişmelerine münafidir. Nitekim ölümün kapısından giren herkes, şöyle bir levhayı görecektir:
- Dünya çapında bir hadise: Kaptan Kusto Müslüman!
Ve malûm devamı... Bu tablo, Ufuk'un öz elinden çıkmıştır. Ufuk, herkes için ölümdür. Hafiye (arka kapakta), herkes için hüviyettir. Tilki bize bu hakikati göstermek için, başını geriye doğru çevirmiş ve onun bu hareketiyle zamanın akışı da tersine dönmüştür. Tilki'nin bu bakışı, gözünü Ufuk'a çevirişidir ve iki göz birbirine değdiği ân, ölüm başlamıştır. Siz bunu görmeye mecbursunuz; kendinizi görmek için... Bana gelince, benim için tasa etmenizi istemem... Benim gördüğüm, Tilki Günlüğü, Al Pacino'nun filminin ismiyle müsemmâdır:
- Herkes için adalet!.. (**)
 
Xl
Dante'ye Cehennem ve A'raf'da niçin Virjil'in ve Cennet'te niçin Beatrice'nin refakat ettiği, sanıyorum şarihleri tarafından pek anlaşılmamış bir keyfiyet. Bence Virjil Dante'nin okulu, Beatrice de mesleğidir. Okul, meslek için bir araz, bir vasıta, bir vekildir. Binaenaleyh mezuniyet, "icazet", "ehliyet", yani "vekilin çıkması" mânâsına gelir. Ona da "Cennet" tabiri uygundur. Hani Mevlevîler, "dede" olabilmek için 1000 gün "çile" çekerler ya, bunun gibi... Vekilin çıkması demek, suretin ortadan kalkması ve bizzat "ben" ile teşerrüftür gibi geliyor bana...
Arapça'da "ben" mânâsına gelen "ene" kelimesinin ebced değeri, 52'dir. Türkçe'deki "ben" kelimesinin ebced değeri de, 52'dir. Fakat Arapça "ene" kelimesinde, "vücudda olan ben, benek" mânâsı yoktur. Araplar "vücudda olan ben"e, "hindû" derler. Ben kelimesinin, hem birinci tekil şahıs zamiri, hem de "vücudda olan ben" mânâsını taşıması, Türk diline mahsustur. Böylece "ben"e dair en kuvvetli ihtimalin, Türk diline dair bir maksadı, ama bununla birlikte Zuhal yıldızına (Satürn) da işaret ediyor olabileceği, göz önünde bulundurulmalıdır.
"El" kelimesi de bunun gibidir. Hattâ onun Türk diline dair maksadı, biraz daha açıktır. "El" kelimesi İbrani lisanında "kadîr", "kavî" gibi mânâlara gelir ve bu kelimeyle kasdedilen, İlâh olan Yehova'dır. Hazret-i İsa'nın ise "İlâh"ı, "gökten sarkan bir el" şeklinde tasvir ettiği söylenir. Halbuki İbranice "el" kelimesinde, organ anlamında "el" diye bir mânâ yoktu. Üstadımızın "Müjde" isimli şiirinde dikkat çektiği:
- "Gökten bir el yaşlı gözleri siler!"
"İncil" kelimesinin "Müjde" mânâsına geldiği rivayet edilir. Şu hâlde, Tilki Günlüğü şu şekilde tesbit edilebilir:
- Gel diye çağıran el!
Nitekim Türkçe "gel" kelimesi de, Farsça'daki "gül" kelimesiyle, yazılışları aynı, okunuşları farklı bir Cinas ilişkisi içindedir. Mamafih bu iki kelimeden "gül" diye bir başka kelime daha zuhur eder. "Hindû"dan kinaye, İngilizce'de "hand" kelimesi, "el" ve Farsça'da "hande" kelimesi, "gülme" mânâsına gelir. Lâkin bu son hâlde "gülme", gülmek fiilinin fiilimsi kadrosunda değil, gene Türk dilinin yardımıyla "gülme!" şeklinde olumsuz emir sigâsiyle anlaşılmalıdır. Bu da bize, "gül" olan sevgiliye ulaştığımız, bir başka deyişle Tilki Günlüğü'nde kendimizi bulduğumuz ânda, bir kahkaha hakkı tanınmayacağını, belki de o ânın, hakikî mânâsiyle ölümün başladığı ân olduğunu düşündürtür.
 
Xll
- "Hükümetin yeni bir zulmü", "hükümetin yeni bir icraatı" keyfiyetinde bir haber okuyorum. Haber sanki Millî Gazete, Akit gibi, hükümet muhalifi İslâmcı bir mahfilin yayın organında ve bir tenkid üslûbuyla kaleme alınmış... Buna göre, Tilki Günlüğü yasaklanmış... Altıncı cildinden sonra, 2,3, diğerlerinin de toplatılması sözkonusu... Rejim aleyhtarı yönelişlere fidelik etmesine binaen... Onunla beraber, James Joyce'un "Sesleniş" isimli bir romanı da yasaklanmış... Joyce'un böyle bir romanı olduğunu hatırlamıyorum... Aklıma Türkçe neşri beklenen son eseri, "Finegan's Wake" geliyor... "Wake", İngilizce'de "uyanış", ama acaba "uyandırış, uyarış, ikaz" ve dolayısiyle "sesleniş" mânâsını da kapsıyor mu?.. Kasdedilen o mu?.. Haberin "ben" diye bir üslupla kaleme alınmış olması ve özellikle kelimeler arasında "benim" diye bir kelime dikkatimi çekiyor... Bu üslup, bu habere gitmemiş, diye düşünüyorum... Nihayet muharririn imzâsı gözüme çarpıyor: "Hakan Albayrak"... Artık kültür eserlerine de saldırmaya başladılar, zulüm iyice ayyuka çıktı, derken dehşetle farkediyorum ki uykuda değilim ve bu rüyayı uyanık hâlde görmüşüm... / 30 Ocak 98."
Duh: Kız, kerime, duhter. Havai fişek. Hasır otu, hasır sazı.
Duha: Kuşluk vakti. Güneş. Vuzuh ve beyan. Kur'an-ı Kerim'in 93. suresinin adı.
Duhan: Duman. Tütün. Kur'ân-ı Kerim'in 44. suresinin adı. Mc. Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatlerin görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, "duhan" tesmiye ederler. Kıtlık ve kuraklık.
Galib olan şer: Zulüm... 44, Malatya'nın plâka numarası... "Duh", Bulgarca'da "ruh"... "Duhter" tedaisi, "doktor"...
93'ten aklımda kalan bir doktor veya onun ruhu, bu rüyadan birkaç gün sonra gördüğüm bir yazısında, hiç münasebeti yokken, "o benim" diye vurgulamıştı... Gene hatırladığıma göre, yazısının ismi "İzzet Günlüğü" ve kendisi Malatyalı'ydı.
Ben onun bizzat kıtlık ve karanlık değil de, kıtlık ve karanlığın ortasında beliren bir güneş olduğunu düşünmeye meyilliyim şu ân...
 
Xlll
İşaa: Bir haberi duyurmak, yaymak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebep olmak.
İşa: Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı arasındaki vakit. Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman. ("Duhâ"nın zıddı.)
İşa': (Ağaç) çiçek açma.
İş: Yaşayış. Yaşamak. Zevk u sefa sürmek (Tedaisi, "Cennet"). Hayata medâr olan ve geçinilen şeyler. Ekmek. Gıdâ.
Ayş: Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. Dirilik. Hayat.
Âyiş: Bolluk içinde rahat yaşayan. Mânâda, "hayret edilecek derecede takvâ, iffet ve zekâ sahibi olmak"...
Âyiş'in tedaisi, Malatyalı olmak; "derin ve yüksek fikirler sınıfından olmak"...
Güneş-şems, kelimesinin ebced değeri, 400'dür. Bizim konferans esnâsında, "şın"mı desek, "şın" ile "kaf"ın muhteşem visâli mi, diye tereddütte kaldığımız hâlin aynısı...
 
XlV
Umberto Eco, "Gülün Adı"nda, Ortaçağ'da kilisenin "gülme"ye aşırı düşman olduklarını ve Aristo'nun "gülme"ye dair yazdıklarını yasakladıklarını anlatır. "Yasaklamak" da, "gülün" kendisinden olan bir keyfiyet, onun "diken"i nevinden ve ekseriya "hayırlı bir maksada arız olan belâ" kabilinden bir arazdır. Nitekim "dabbe" kelimesi "kapıya konulan yassı enli demir, sürgü" mânâsına geldiği gibi, "dâbî" kelimesi de "gül" mânâsına gelir.
Nehiy: Yasak etmek, yasaklamak. Gr. Emrin menfî şekli (Gelme! Gülme! gibi)... Menhî: Yapılması yasak olan şey, haram olan şey... Münhî: Bildirilmiş, tebliğ edilmiş... Minhâ: Bundan, ondan... Minhâ: Hediye, bahşiş...
Nâhî (Nehy'den): Nehyeden, yasak eden... Nâhı: Alim... Nâhiye: Yan, taraf, kenar, civar, çevre. Küçük yer, bölge. Kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi... Nâhű: İşte, öyleyse, şöyle ki (Kürtçe)... Nahv: Yol, cihet. Etraf, yön. Misâl. Mikdar. Kasd ve azmeylemek ("karşı çıkmak"). Gr. Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim... Nahvet: Kibir, gurur. Büyüklenme, azamet gösterme...
 
XV
Hudumme: Kolları kalın ve kavi olan. Büyük emir... Hudm: Her nesnenin kökü... Hudme: Çabuk kaynayan çömlek... Huddam: Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. Cin taifesinden olan hizmetçi... Hüdam: Deniz tutması (Tedaisi, sevdâ)... Haddam: Başarılı kimse. İşlerinde başarılı ve becerikli olan kişi. Çalışkan ve gayretli olan. Hizmetçi... Hadîm: Hademe, hizmetçi. İman ve İslâmiyete ve millete faydalı olmaya çalışan. Erkekliği yok edilmiş olanlar... Hadîm: Yıkıcı olan, tahrib eden... Hadmâ: Beyaz koyun... Hadme: Ateş gürültüsü...
Huz Mâ: Al onu!.. Huzâmî: Lavanta çiçeği... Huzme: Demet. Deste. Bir kucak şey. Fiz. Bir ışık kaynağından çıkan sütun hâlinde şua... Hizmet: Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş ve vazife. Memuriyet. Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdât... Hazm: Midedeki yenen şeyleri sindirmek. Vücuda yarar hâle getirmek. Birisine ansızın hücum etmek. Ansızın bir şey üzerine inmek. Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek. Münasebetsiz bir hâle, güce gidecek bir vaziyete düşenin, nefsini zaptedip tahammül ve sabreylemesi. Taze olmak. Kırmak... Hazm: Cem'etmek, toplamak. Zaptetmek. Kasdetmek. Bağlamak (Akit). Yumuşak yüksek yer. Sağlam re'y. Doğru ve katî karar. Basiretle hareket etmek... Hâzîm: Keskin kılıç... Hâzim: Sür'atle kesen. Çabuk yiyip bitiren. Düşmanı hezimete uğratan... Hazîm: Sarhoş...
Nihayet: Son, netice, bitim... Hatîme: Son. Nihayet. Son söz... Hütâme: Kesinti, kırıntı. Parça. ("Parça bütünün habercisidir") Hatem: Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. Son. En son... Hatem: Çok cömert ve eli açık kimse ("Gel diye çağıran el.")... Hateme: "Allah sona erdirsin!" mealinde bir dua... Hatîm: Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur... Hâtim: Kadı. Hâkim. Sağlamlaştıran. ("Doktor")... Hatm: İnsan veya hayvan burnu. Kuş gagası... Hatm: Bitirmek. Kur'ân-ı Kerim veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Mühürleme. Mühürlenme...
Dante, Cennet'te sevgilisinin gözlerini görünce, onlara "canlı mühürler" diyor. Fakat bizim bu kadar kelimeyi alt alta sıralamamızın sebebi, gözlerden çok, sözler... Her kelime bir varlık, canlı bir mühür bizim için... Farzedin, cin... Bir cini çağırdığınız zaman, akrabalarıyla beraber geliyor... Her cinin, tıpkı her insanın olduğu gibi bir mânâsı var ve onlar da, insanlar gibi öbek öbek yaşıyorlar. Bazen bir cinin mânâsı, başka bir öbekteki cinle birbirine çok benzeyebiliyor... Cinler arasındaki münasebet ve iştirak noktalarının ne kadar çok farkındaysak, Tilki Günlüğü'nden bulduğumuz âlem, o kadar büyük ve zengin oluyor... Meselâ biz burada bir tek "Hudumme" cinini çağırdık ve onun peşinden şu kadar cin koştu geldi; yahut onun suretleri olarak...
Bir şeyin daha farkındayız ki, insanlarda olduğu gibi, cinlerde de (kelimelerde de) Cennetlik ve Cehennemlik olanlar vardır. Biz eksikler bir bakışta neyin Cennetlik ve neyin Cehennemlik olduğunu hemen farkedemeyiz. Bu bir irfan meselesidir. Bunun için, Tilki Günlüğü'ndeki tabloların bizim açımızdan muayyen bir zamanda tam bir vuzuha kavuşturulması için, engin bir tasavvuf bilgisiyle, onun özü demek olan keskin bir ferasete ihtiyacımız var... İnsanlarla nasıl münasebet kuruyorsak, kelimelerle de o şekilde münasebet kurmamız gerektiğinin farkındayız, ama hangi kelime bizi düşürür, hangisi yükseltir, henüz bunu bilemiyoruz. İyi huylar ve kötü huylar da bunun gibidir.
Hülâsâ hâlinde öğrenmemiz gereken şudur: Bir tek Kumandan'ın yüzüne bakmakla, bir tek onu tanımakla kendimizi ve bütün insanları tanımış oluyoruz. Bir başka tabirle, Tilki Günlüğü okumak bize kendimiz ve yaşadığımız hayat hakkında en hakiki kültürü veriyor:
"Arz cazibesi kanununun her zerreyi kendine tâbi kılması... "Büyük İrşad Kutbu" Esseyyid Abdülhakîm Arvasî'nin yüzünde Üstadım tarafından görülen "Ben", bu mânânın keyfiyetini gösteren remzdir... Bu keyfiyetin fikir aksi etrafında yanmaya talip pervâneler... Zamaneler defolsun, gözbebeğim divâneler!.." (Tilki Günlüğü 3/525)
 
XVl
Cüll: Gül... Cüllâ: Büyük emir... Büyük emir; tabirde, "sesleniş"... Ne mi?.. "Gel" demekle "ol" demenin ayniyeti...
Büyük emir'in "ol" olması ve Dante'nin bu emrin nihayetinde, "dört vecihli bir bahçe olan ebedî gül"e kavuşması, bize "SILA" kavramını düşündürüyor. "SILA"; zâhir ile bâtının buluştuğu yer; ona aynı zamanda "gül bahçesi" denir ki, Tilki Günlüğü böyle bir "sıla" telâkki edilebilir.
Bir lűgatte, İngilizce'deki "rose" (tedâisi, râz-sır) kelimesi, şu dört mânâda tasvir edilmiştir: Gül. Gül gibi, gül renkli. Ümit verici durum. Şen; gül gibi geçinip giden...
İBDA Mimarı "Hırka-i Tecrid" isimli eserinde, "kör olmak", "görmez olmak" gibi hâllere dair levhalar serdeder... Dante'ye göre bu levhalar, ebedî güle çok yaklaşıldığının alâmeti ve nurdan gelir..."Erdem: Usta gemici"den kinâye, "Ermed: Gözü ağrıyan adam. Boz renkli nesne." (Tedaisi "duhan" ve "duman" ki, Borges körlükte bu rengin hâkim olduğunu söyler)... Ermîda: Gül... Hep bana "tecrid" istiaresi gibi gelen, Üstad'ın şu mısraları:
"İçinizde yiv yiv derinleşin de
Çıksın karşınıza en yakınınız"
Ezmel: Hareket etmek. Mustarib olmak, acı çekmek. Savt, ses, sedâ ("Sesleniş"). Gül... Mel': Seri seyr... "Ez" kelimesinin Farsça'da "ben" demek oluşuna nazaran bundan doğan mânâ ise, Üstad'ın mısralariyle birlikte şu: "Sefer dervatan..."
Buradan da anlıyoruz ki, "ben" ve "gül" aynı şeylerdir. Buna mitoloji ve ontolojinin kokusunu bulaştırırsanız, karşınıza Homeros'un Olimpos tepesi ve onun zirve noktası olan "Zeus" çıkacaktır. Zeus, canlı bir varlıktır ve herkesin kendi içinde yiv yiv derinleşmekle bulacağı gül, odur. Zeus kim midir? Ah, bu çok kötü: "Hiç kimse"dir. Suretin ortadan kalkması, insanın kendi aczini idrakı ve nihayet kendinden geçerek "O" olmaktır.
İkinci bir bakış olarak, epistemolojik açıdan "gül" ise, Eflatun'un tarifiyle, "İdeler-Fikirler" Tepesinin en yüksek noktası olan, "İyi İdesi"dir; "Hayr-ı Âlâ"dır; daha şairane bir ifadeyle, "iyi yıldız"dır. Birinci bakıştaki yokluğa nisbetle, burada bir varlık durumu sözkonusudur, tersine görünse de. Eğer birincisini "imân"a benzetirsek, ikincisi "hikmet"tir; eğer birincisi bir "emir"se, ikincisi "tavsiye"dir; birincisi "aşk"sa, ikincisi "tecrid"dir; ve eğer birincisi "şiir"se, ikincisi "tefekkür"dür...
 
XVll
Şu ân ne kadar garib bir hâlde bulunduğumu hissettirebiliyor muyum? "Hükümetin yeni bir icraatı"ndan payıma düşen, varlıkbilim açısından "hiç kimse" demek olan bir yokluktur. Burada "Hudumme" cininin bana tecellisi şu "şekilde" olmuştur: "Münasebetsiz bir hâle, güce gidecek bir vaziyete düşenin nefsini zaptedip tahammül ve sabreylemesi." Çok tuhaf ama, bir varlık, üzerine gittikçe gelişmiş, genişlemiş ve nihayet "sırf bir hiçten ibaret" bir hâl almıştır. Eğer ben bunun bilgi teorisi açısından "hayr-ı âlâ"yı temsil ettiğine olan inancımı kaybetseydim, o zaman benim için bütün buraya kadar anlattıklarım mânâsız ve iptal edilmeye müstehak olacaktı. Öyle ki, aşk varsa her şey var ve aşk yoksa her şey yok olur. Binaenaleyh ben İlâhî Komedya'yı "aşkın tesellisi" değil de, "imânın tesellisi" olarak görmek istikametindeyim. Aşk, kendi başına teselli edici olmaktan uzak, hattâ çok defa tahrib edici bir keyfiyettir. Ancak nihayete, "Hayr-ı Âlâ" tepesine olan imân, rüyaları dağınıklıktan, hayatı mânâsızlıktan ve hissiyatı sorumsuzluktan koruyabilir. Eğer Genç Werther bunu böyle görebilseydi, intiharı seçmeyecekti. O öyle hissetmişti ki, hayatta herkes ve herşey onu aldatmak için var olan bir hayal ve tam da Allah'a sığınacağı yerde, aslında bunu kasdederek, Allah'tan kaçtı.
Herhâlde son olarak tekrar etmemiz gereken Robert Johnson'a ait şu tesbitin üzerinde durmamız gerekecektir:
- Mevcudiyeti hakkındaki kanaatlerimiz ne olursa olsun, aşk vardır. Bizler aşk adına ne kadar çok şey uydurursak uyduralım, aşk adına hangi miktardaki hodgâmlığımızı haklı göstermeye çalışırsak çalışalım, aşk değişmez, kendi aslî tabiatını korur. Aşkın mevcudiyeti ve tabiatı, benim kanaatlerime, hatâlarıma veya sahtekârlıklarıma bağlı değildir. Aşk, benim kültürümün beni ondan beklemeye yönlendirdiği, nefsimin ondan ısrarla taleb ettiği, hassasiyetimin ondan umduğu özelliklerden çok farklı özelliklerdedir. Aşk daima hakikattir. Benim aşkım, nefsimin arzuları değildir. Benim aşkım, ben ne isem odur.
Daha kötüsü de var: Yalnız Dante değil, Şarlo da gözümüzün önüne bir "İlâhî Komedya" serer, kendi ağlanacak hâliyle bize kahkaha attırır, o sokak değil, bu sokak değil; Tilki Günlüğü okuyuculuğunun en keyifli tarafı... Benim gibi kahkaha mı atarsınız, yoksa hüzünle şöyle mi söylersiniz:
- Bulduğum değildi aradığım rüya!
 
(*) Bu satırlar 24 Şubat-5 Mart (98) eylemlerinden önce kaleme alınmıştır.
(**) Tilkinin, ufuka bakmasını gelişigüzel söyledim. Her zaman aynı sembolizmi savunacak değilim.