- Konferans Çözümlemesi
-
- İLÂHÎ KOMEDYA'DAN TİLKİ
GÜNLÜĞÜ'NE
- Selim GÜRSELGİL
-
-
- -Yaşar
Şadoğlu Beyefendi'ye İthaf-
- 1
-
- Dante
Alighieri'nin 14. asır başlarında
kaleme aldığı "İlâhî
Komedya", Avrupa edebiyatı
için bir dönüm noktası olmuştu. Bizim bir konferans aceleciliği
içinde ve daha ziyade aynalara yansıdığı hâliyle göstermeye
çalıştığımız bu eser, bugün hakkındaki tezlerimiz etrafında
oluşan tenkidlere bakıldığında, sarahatle aslına ircâ
hamlesini bekleyen bir alacakaranlıkta kaldı.
- Aslına bakarsanız,
biz konferans seviyesini, Dante okunmuş
ve biliniyor farzederek tâyin etmeye çalıştık. Böyle olunca,
naylon topa vargücüyle vurmuş bir adam gibi, vurduğumuz
hedefte merâmımızı kaybetmiş olduk. Tabiî bu, ifademin başarısızlıklarını,
konferansın zihin dağınıklığını peçelemek için söylenmiyor.
Özellikle İbda dışı, "İslâma
Muhatap Anlayış" dâvâsını
kavramamış ve tek müşterek noktamız meslekdaş olmamız olan
bazı çevrelerden yükselen bazı "ithamsı" tenkidler
karşısında, doğrusu neye uğradığımızı anlayamadık:
- - Hocam yani, ne oluyor
yani, Yunanlılar filan (şimdi de
Dante), bize baksak biraz yani...
- Şayet
siz de Dostoyevski'nin budalası
gibi, aklı başına çabuk gelmeyen kimselerdenseniz, herhâlde
bu itham karşısında şöyle bir cevap bulursunuz... yani:
- - Kur'ân'da da Lût
kavminden bahsediliyor. Ne demek istiyorsun sen?
- İslâmcı
bakmak için, İslâma bile İslâmcı bakabilmek için, İBDA
Diyalektiği'ni, düşünme biçimimizin motoru addetmenin şart
olduğunu ihtar edici bir misâl... Eğer bu olmuş olsaydı, İslâmcı
tefekkürün temel ölçülerinden birinin "dışa bakış"
ve onun da hedefte şu olduğu bilinirdi:
- - Onun bâtınını...
yani gizli kalmış imânını selamlamak istedim!
- - Yapamadın!
- Ayrı fasıl...
- Bunun dışında, bir
müslümanı kâfire müslümanca bakmaktan kim men edebilir
ki?.. Bir kâfire müslümanca bakmış adam, en hafifinden
kendi saflarına düşmanı tanıtıyordur... Düşman ki, güzeli
ve cazibeyi senden çalıp, sana bir kuru cübbe bırakmış... Dante'ye
(veya Batı'ya) İslâmcı bakış dâvâsını,
niçin hikâye ve şiir döktürmekten daha üstün tuttuğumuz
anlaşılıyor mu?..
- Hikâye, şiir,
roman... bunlara nasıl karşı olunabilir?.. Mesele bu gibi,
bir medeniyetin tahassüs ve tahayyül dünyasına biçim veren
âletlere karşı olmak meselesi değil zaten; önce âletleri
tanımak ve tanıtmak, önce medeniyet telâkkimizin derinliğini
görmek ve göstermek, önce öz edebiyat ölçülerimizi ortaya
koymak meselesi... Yoksa, bana ne Dante'den; dinin
rüknü değil, bir şey değil!..
- Fakat şu, bir toplu
cevap niteliği taşır:
- - Ben yapmasaydım,
sen yapmak zorundaydın!
- Tabiî, şu
da:
- - Ben yaptım,
sen daha iyisini yap!
- Farkındayız
ki, bu sözler, sırf bir enfüsî aklanma kaygusuna dayanmıyor,
böyle bir şey zaten lüzumsuz; ancak Akademya'ya "neler
dururken nelerle uğraşıyorlar" diyerek, güyâ İslâmcılık
adına istiskâl eden bazı zayıf idraklıları suçüstü
yakalamak gayesi güdüyor. Bunlar duruyor ve bunlarla şimdiden uğraşmaya
başlamak gerekiyor. Niçin mi? Samimiyetsizce istediğinizin
samimi kavgasının niçin buuduna dipnot olsun diye...
-
- ll
- Öyleyse, kendimiz çalalım,
kendimiz oynayalım:
- - Niçin şu veya bu
şair değil de, hassaten Dante?..
- Biraz marazî bir girizgâh
oluyor ama, buna verilecek cevap çerçevesinde, yolumuzda daha
emin adımlarla ilerleyebiliriz.
- Efendim, Dante
Alighieri, Avrupa'nın ilk ve
belki de en büyük şair ve edibidir. Müslüman şair ve hakîmlerin
ezici baskısı altında yaşanan bir kıt'ada, müslümanlardan
aldığı hikmetleri, hıristiyanca bir vecd ve muhteşem bir kelâm
hüneriyle, kendi medeniyet hamlesine "mâletmesini"
bilmiştir. Gerek şairliği, gerekse
tarif etmeye çalıştığımız dâvâ adamlığı itibariyle,
Avrupa'da eline su dökebilecek bir başka babayiğit çıkmamıştır.
Göthe ve Puşkin'in
İslâma olan hayranlıkları,
zamanenin yağdırdığı tereddütler altında kalmış ve asla Dante
çapında bir estetik ve aksiyon
kaynaşmasına fidelik edememiştir. O'nun yanında Shakespeare,
Chauser ve Montaigne, karşıdan
gelen adamın dağınık saçlarındaki sirkeler gibi kalırlar. Dante'nin,
kendisine kadar olan hıristiyanlık
ilâhiyat (teoloji) ve kevniyatını (kozmoloji) estetik bir çeviklik
içinde özleştirmesi, nihayet o çapta bir aksiyonu temsil eder
ki, onun yanında Baudelaire, Rimbaud ve Valery,
kavga esnâsında yakınıyla yabancı
arasında tercih yapamayan ve korkarak kaçan çocuklar gibi
dururlar.
- "Niçin Dante?"ye
cevap mahiyetinde bu kadar sebep yetmez mi?
-
- lll
- Dante, İlâhî
Komedya adlı üç ciltlik eserinde, uhrevî âleme bir yolculuk
yaptığını hayal eder. Eser, bütünüyle, bu yolculuk esnasında
karşılaşılan ibret sahnelerinin, unutulmayan bir aşkla nefse
tatbikiyle, bu tatbikin hıristiyanlık propagandası hâlinde
umumîleştirilmesinden ibarettir. Dante önce
"Karanlıklar Ormanı"
istiaresiyle anlattığı, yolunu kaybetmişlerin, hezimet ve çaresizliği
tatmışların dünyasında, nefsini temsilen birtakım hayvan
suretleri seyreder. Bunun ardından Romalı üstadı Virjil
yetişerek, kendisini o uhrevî
yolculuğa çıkarır. Birinci cilt, Cehennem'de geçer. Dante'nin
yolculuğu sırf hayal mahsulü olduğu
için, şairin hayatta ve tarihte sevmediği, yetersiz bulduğu
kim varsa, oradadır; ibret-i âlem azaplar ve cezalar içinde...
A'raf cildinde ise, günahkârların vâdelerini doldurup Cennet'e
girme beklentilerini görürüz. Cennet'te Dante'yi
sevgilisi Beatrice karşılayacak
ve ona hıristiyanlığın üstünlüklerini tanıtacaktır.
- Fakat İlâhî
Komedya, sırf uhrevî bir hayalden ibaret görülemez. Belki
bundan daha kuvvetli bir vechiyle, politik mücadelenin inanılmaz
bir silahıdır. Siyasi hayatında yenilmiş, sürülmüş ve gıyabında
idama mahkûm edilmiş bir adamın, içinde yaşadığı dünyaya
tavır almasının, korkunç bir suretidir. Dante,
hani bir makale yazsa, "sen iyisin", "sen kötüsün",
"sen, eh" şeklinde değerlendirmelerde
bulunsa, hattâ bunları etraflıca temellendirse bile yapamayacağı
bir kavgayı, İlâhî Komedya sayesinde başarmıştır. İyiler
Cennet'e, kötüler Cehennem'e, şöyle-böyle insanlar A'raf'a...
- Belki bütün
bunlardan daha hayret verici olanı, İlâhî Komedya'nın
benzersiz bir aşk hikâyesi olmasıdır. Dante'nin
üç cilt boyunca, sabit fikir hâlinde üzerinde durduğu
tek mevzu, belki de aşktır. Dante, aşkı
sayesinde, bir taraftan dünyanın kendisine vermediği sevgiliyle
bir başka mânâda, ahirette kavuşmayı hayal ederken, bir
taraftan da dünya hayatı ve insânî hakikati kavramlaştırır.
Bu mânâda, Cehennem, A'raf ve Cennet, sanki uhrevî âlemin
hakikî menzilleri değil de, dünya hayatının ve insânî
hakikatin hâllerinin bir tasnifidir. Kötü ve sıkıcı hâllerin
ismi Cehennem, elemli ama ümitvar hâllerin ismi A'raf, saadet ve
zevk hâllerinin ismi ise Cennet'tir. Dante burada
demek ister ki: İnsan denen mahlûk,
aşağıların aşağısı ve yücelerin yücesi arasında gidip
gelme istidadındadır!
- Dante'nin
kendisi, eserinin bir dördüncü mânâsı
daha olduğunu söylemektedir ama, şayet bu söylediklerimizin zımnında
mevcut değilse, onu bulup çıkarmak için ayrıca uğraşmayacağız.
-
- lV
- "İlâhî
Komedya", Şeyh-i
Ekber'in "Dürr-ü Meknun" isimli
eseriyle mukayese edilebilir mi?
- İki
bakımdan edilemez; ki bunlar aynı şeydir:
- Birincisi, "İlâhî
Komedya" bir sanat eseriyken, "Dürr-ü
Meknun", bir hikmet kitabıdır...
- İkincisi, Dante,
hayatı hayal yoluyla kavramaya çalışırken,
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri onu his ve hayal dünyasının
ötesindeki hakikî suretiyle keşfetmiştir.
- İki eser, dış yüzden
birbirini andırırlar. Dante, çağının
en büyük mütefekkirlerinden biri kabul edilen Şeyh-i
Ekber'in bu eserini, büyük ihtimâlle görmüştür.
Fakat Şeyh-i Ekber'in anlattığı
dünya, asliyle çok farklıdır. Meselâ der ki: Falanca beldenin
halkı, köpektir... Gidin, bakın bakalım sahiden köpek mi? Ama
öyle değil... Hisle göremezsiniz onu, hayalle belki sezersiniz;
ama hakikatte olduğu gibi değil...
- Binaenaleyh şöyle
bir hükme varabilir miyiz:
- - Bizim sanatkârlarımızın
herbirinden keşif ehli olmalarını beklemiyoruz ama, herbirinin
kendilerinde bulacakları en sahici hayal gücünü, keşif
ehlinin ifşâ ettiği hakikatlere uygun kullanacaklarını
umuyoruz.
- Bu nasıl
mı olur?
- Ha şunu bileydiniz!..
- (Hatırlatma: Dürr-ü
Meknun, yani "Gizli İnci"...)
-
- V
- Hissi, hayali, keşfi
ve bunlara dair kültür verimlerini anlayabilmek imkânını,
bize Tilki Günlüğü veriyor. Tilki Günlüğü, sanki tarihin
her devresine ışık tutuyor ve birbirinden farklı dil ve kültürlerin
de birbirini görebilmesini sağlıyor. Bilindiği gibi, en büyük
anlaşmazlık veya kültür çatışması, Avrupa'da yaşanmıştı.
İbretlik bir misâl olarak kilise kodamanları, Giordano
Bruno'yu, "dünya kâinatın
merkezidir" demediği için 13 sene yargılamış ve nihayet
feci şekilde öldürmüşlerdi. Halbuki klasik kültürü temsil
eden skolastikler ile modern kültürü temsil eden Bruno,
birbirinin dilinden anlayabilselerdi, aralarındaki
münazaranın pek ehemmiyetsiz olduğunu göreceklerdi. Ne kadar
acıklı bir hikâye bu!
- Birbirinin dilinden
anlamak... İşte bunu bugün Tilki Günlüğü temin ediyor...
Bunu yaparken, tecridin en lâtifiyle, teşhisin en kesifi arasında,
bütün dillerin kökü ve aslı olan dile nüfuz ediyor. Mecaz
ve hakikat, klasisizm ve modernizm, muhtelif bakış ve görüşler,
İslâm dairesi içindeki hakikatlerini, Tilki Günlüğü'nde
buluyorlar. Bu, kültürler ve toplumlar için olduğu gibi,
fertler ve gerçeklikler için de böyle...
- İslâm tarihinde,
mecaz ve hakikat, sır ve marifet birbirine karıştırılır
gibi olduğunda, hemen bir babayiğit ortaya çıkar ve "rind"
ile "zâhid"i kucaklaştırıp
barıştırırdı. İlâhî Komedya ile hemen hemen aynı dönemde
kaleme alınmış olan "Gülşen-i
Râz" adlı manzum
eser, böyle bir hüviyeti haizdi. Te'lifler olmazsa şerhler,
hikmetler olmazsa te'viller, "zıd
kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmı"nı
mutlaka yakalar, ruhun hakkını ruha, aklın hakkını akla
vermesini bilirdi. Fakat Batı'da "clericus" denen
rahiblerle, "laicus" denen din dışı çevreler arasındaki
çatışma, böyle bir muvazene nizâmı tutturmaktan âciz kaldığı
gibi, birbirini boğazlarken ortalığı öyle bir velveleye verdi
ki, ortada ne din, ne ruh, ne akıl, ne anlayış, ne kültür, ne
şu ve ne bu kaldı. Maalesef bu bizim pörsüme ve çürüme
devremize tekabül eder...
- İşte Tilki Günlüğü,
bir yönüyle bu tarihî şaşkınlığı ortadan kaldırıyor.
Bütün anlayışların çekirdek tabakasına kadar giderek, bütün
anlayışlar için müşterek bir anlayış ve anlaşma zemini
temin ediyor. "Kültür İnkılâbı",
başka nedir ki?
-
- Vl
- Çevremizde karşılaştığımız
yoğun tenkidlerden biri de, Sezai Karakoç hakkında
sarfettiğimiz bir iki cümle oldu. Demek ki anlaşılmıyor, üzerinde
durmalı...
- Sezai Karakoç
ne yapıyor? Kendi kendine konuşuyor.
Hem acınası bir psikolojik maraz hâlinde, hem de bir sanatkâr
acziyeti içinde...
- Sezai Karakoç,
kendince bir aşk şairidir. Şiire
döktüğü aşk da, -imam-hatipliyi tenzih ederek- imam-hatip
lisesi duvarları içinde itibarı olan, zamandışı bir his ve
hayâldir. Karakoç'un şiirlerinin
imam-hatip lisesi duvarları dışında hiçbir geçerliliği
yoktur. Yahut üniversite çevresine düşen mazbut terbiye almış
gençleri tatmin eder Karakoç. Bu gençlere kıymet
verip onlara yol gösterdiği, böylelikle şairlik mükellefiyetlerinin
asgarisini ifa ettiği de yoktur. Sadece anlatır, arada bir âyet
meâli, yahut İslâmî yer ve kişi ismi telmih eder; olur size
İslâmî aşk...
- Oysa aşk bir
aksiyondur, iştir, ibdâdır. Kendi içine döndüğü, bize
kendini anlatmaya kalktığı ân, aşktan en uzağa düşmüş
olur. Aşk bir bakış açısıdır, bir hayat kavgasıdır, bir
yaşama tarzıdır. Biz bu mânâda şöyle demiştik:
- - Aşk insana âlemde
yolların bilgisini ve kahramanların sanatını verir:
birincisinde ilim, ikincisinde amel...
- Aşk, ibdâ edicidir,
evet, bilgilendiricidir. Sen falanca kadına aşk şiirleri yazıyorsun,
iyi ama bana ne? Ben okuyucuyum; zalim hükümdarların en
hunharı... Haracımı isterim. Senin aşkın bakımından kendi
yerimi görmek isterim şiirinde... Ama sen kendi yerini
bilmezsen, bana nasıl yer gösterebilirsin ki!.. Yolların
bilgisine varamamışsan, aşk mı dersin ona?..
- Aşk, ibdâ edicidir,
evet, döğüştürücüdür. Âşık oldum diye kendi içine dönen
adam, kendine âşık olmuştur. Aşk, oku fırlatan yaydır.
Seni ok gibi ileri fırlatmıyor, yumruklarına dost ve düşman
hisleri telkin etmiyorsa, o ne biçim aşktır. Eğer estetik
bir aksiyon ifadesi değilse, içi boş kutunun yaldızlı
ambalajıdır. Bu mânâda İBDA'nın tezi şudur:
- - Doğrunun
olmadığı yerde güzel de yoktur!
- Eğer
güzel, doğruluktan gelmiyorsa... Bizzat ifadesi değilse doğrunun...
Estetik, aksiyonun cümle kapısı değilse... Allah muhafaza o aşk
isyana, cinnete, dalâlete götürür adamı...
- Dante aşkı
sayesinde -İslam nokta-i nazarından olmasa da!- cennete gitmişti.
Karakoç nereye gidiyor?
- Ha söyleyelim, Karakoç,
Dante kadar bile anlaşılmamıştır.
Onun sahiden peşinden giden adam sayısı hiçbir zaman üçü beşi
geçmez. Asıl mesele sayı değilse de, burada sayı unsurunun mânidar
bir asliyeti vardır. Karakoç'un tatmin ettiği
mazbut gençler, onun bir mesih olabileceğini hiçbir zaman düşünmemişlerdir.
Karakoç da kendinde bunu onlara ilân edecek
cesareti hiçbir zaman bulamamıştır.
"Diriliş" demiş, buna dair hikmetlerden bahsetmiş,
ama hiçbir zaman sözü kendi nefsinde bitirdiğini söyleyememiştir.
Malûm, idrakler küt, o söylemeyince kim anlayacak?
- "Diriliş",
"söz", buna benzer şeyler... İsa
Peygamber'e dair kıssalardan
hisseler... Karakoç, İsa
Peygamber'in melekût vasfını
teslimiyetçilik olarak anladığı için de, ne yahudilere ne
Romalılara asla korkutucu gelmemiştir. Velhasıl, şiirinde de,
hayatında da, kendi kendini meshetmekten aciz bir garip mesih
taslağı olarak kalmıştır.
- İnsan acıyor böylelerine.
Sadece güzel söylemeye çalışan, söyleyen, ama doğruluk
dediğiniz yerde adı anılmayan insancıklar... Olmamışlar,
olamamışlar... Pişmemiş, yanmışlar... Üstad'ın
deyimiyle "kavruk nesil"...
- Çağımızda, aşkı
hissetmek gibi bir hassanın hâlâ sözkonusu olabilmesi,
elbette gözardı edilmeyecek bir keyfiyet... Ama bu keyfiyet,
en iyimser tahminle, size sadece aşkın nasılını verebilir.
Ya niçin? Aşk niçin, sevgili dostlar? Allah size bu duyguyu
veriyorsa, niçin veriyor?
- Aşk deyince,
senelerdir bu kadar hadise gördüm, işittim. Ama bu mevzuda,
esir gönüldaşlarımızdan Himmet Meğer'in
anlattıklarından daha yanık bir türkü
bilmem:
- - Aşk bana öyle
gelmişti ki, sanki hiç kimse onu hissetmiyor ve benden başka
hiç kimse âşık olmuyordu. Birinden aşk hikâyesi dinlemek
mi, en büyük zulüm buydu bana. Bütün şehri ayağa kaldırmak,
aşktan başka her şeyi yakıp kül etmek istiyor, bu hisle
itimad edebileceğim bir tek nokta arıyordum. Bir gün Ali
Osman bana Kumandan'ın "Yaşamayı Deneme" isimli
romanını verdi. Bu adam bu işi gerçekten biliyor, diye düşündüm.
O yoldan şifa buldum. Sonrasını biliyorsun işte. Sevgili öldü,
ama sevgi yaşıyor. Hem de, vasıtayı intikal ettiren yakıt
gibi, yaşatıyor, döğüştürüyor.
- Allah, her şeyi yok
edici yangını, bir melek vasıtasiyle sükűta erdirmişti.
-
- Vll
- "Tilki Günlüğü"
isimli eserden ilk defa 1990 yılı
ortalarında haberdar olmuştum. İBDA Mimarı, bu
isimli bir eserinde, yüzyılımızın
topoğrafya haritasını çıkaracağını, Nokta dergisi vasıtasıyla
açıklamıştı. Yani yüzyılımıza ait herkes ve her şeyin içinde
olacağı bir eser. Böylece biz bağlıları da bu yönde bir
beklenti içine girdik.
- Doğrusunu isterseniz,
ben çok farklı şeyler hayal etmiştim. 1991 yılının sanırım
Eylül ayında, Tilki Günlüğü'nün birinci cildi, KİP
lokalinde verilen bir resepsiyonla kamuoyuna mâledilince, tam mânâsiyle
şoke oldum. Eserin verdiği ilk intibâ, hayalimde kurduğuma
hiç benzemiyordu. Adetâ hayal ufkum paramparça olmuş, Tilki
Günlüğü, ilk sahifesiyle son sahifesi arasında hiçbir şey
anlayamadığım belki de tek eser olmuştu. Demek ki, hayalim
ona hazır değildi; insanın hayalinin mayası onun kültürüdür;
demek ki bir kültür fukarasıydım.
- Tabiî bu hiçbir
zaman, bir maymunun Kitab-ı Mukaddes'in sahifelerini çevirmesi
kabilinden olmadı. Bir maymun, bir kitabın içine asla
giremez, ona sadece bakar ve muhtevâsıyla hiçbir münasebet
kuramaz. Oysa beni daha ilk bakışta, tutup eserin içine çeken
birşeyler olmuştu. Adetâ içimden bir ses, bu lisânın, bu
kelimelerin bana yabancı olmadığını söylüyor, fakat karşımdaki
kimse bir konuşma üslûbu tabiîliğinde olduğundan ve konuşurken
benim acemiliğime kayıdsız bulunduğundan, konuşulandan
hemen hemen hiçbir şey anlamıyordum. Yabancı bir memlekette
kağıt üzerinde lisân öğrenmeye çalışıp sokağa çıktığında
afallayanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır.
- Bu atmosfer içinde,
Tilki Günlüğü'nün, dikkatime ilk takılan hususu, işaretlenen
tarihler oldu. Günlük, niçin 17 Ağustos gününden başlıyor?
Bu benim için bugün hâlâ bir muammadır. Ne var ki, ben, pek
küçük yaşımdan beri, bir tarih işaretleme hastasıydım.
Kendimce mühim saydığım hadiseleri, gün, ay ve yıl olarak
hemen not ederdim. Elimde 1985 yılının Haziran ve Temmuz
aylarından kalma birkaç şiir vardır. 1986 yılının Kasım
ayından itibaren ise hayatımı gün ve ay olarak yeniden
diriltebilecek tarihler kaydetmiş bulunuyorum. Bahsettiğim yıllarda
ben 12 ve 13 yaşındaydım, ama bu iş için haklı
mazeretlerim vardı.
- Fakat 17 Ağustos 1990
tarihinin benim için, bahsettiğim tevafuktan çok daha başdöndürücü
bir hikâyesi vardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, günlerden
cuma idi. Bu tarihten tam iki hafta önce, ilk defa iki arkadaşla
Ak-Doğuş bürosuna gelmiş ve bizi de hesaba katmalarını
istirhâm etmiştik. Sonraki iki hafta içinde; arkadaşlarım
ikinci bir ziyarete yanaşmamış, ben aradan bir hafta geçtiği
hâlde, yüzsüzlük olur diye gitmemiş, ancak üçüncü cuma
tek başıma varıp boynuma halkayı geçirtmiştim. Bu da 17 Ağustos
1990 tarihine tekabül ediyordu. O gün benim için, hüzün ve
sevinç biraradaydı. Hüzün, Ak-Doğuş'un kapatıldığı
haberiydi. Halis Turan'la beraber, kapanış
beyannamesini dağıtmıştık. Heyecanımı aksiyona dönüştürmeye
karar verdiğim gün, bu başıma gelen de nesi?
- Hayrettin
Soykan'la da o gün tanıştık
ve idarehaneden beraber ayrıldık. O beni hiç konuşturmaksızın,
sanki 40 yıldır tanıyormuşçasına habire anlatırken, o koca
yokuşu nasıl söktüğümüzü, ipe çekseniz söyleyemem.
- Diyeceğim, benim
Tilki Günlüğü'nden üzerime aldığım ilk elbiseler bunlar
oldu. Sanırım ki, onda herkes için bu kabil tevafuklar
bulunur. Çünkü onda herkes var. Kapağını açmadan, içinde
neler bulacağınızı tahmin bile edemezsiniz. Onun içinde siz
varsınız. Evet, siz. Siz kendinizi biliyor musunuz, siz
kendinizi tanıyor musunuz? Hiç sanmıyorum. Eğer ayna diye
bir cisim olmasaydı, insanlar kendi suretlerini hiç tanımazlardı.
Tilki Günlüğü de, yaşadığımız hayatın bir aynasıdır.
Eğer oraya bakmaz ve kendinizi orada görmezseniz, kendiniz
hakkında hiçbir ciddi fikir edinemezsiniz. Kendini bilmeyen
insan... Âlemde ondan daha kötüsü yoktur; zirâ o İslâm
ile mükellef değildir.
- Tilki Günlüğü
okumayarak Tilki Günlüğü'nden kurtulabileceğinizi hiç
hayal etmeyiniz. Ölümü düşünmezseniz ölümden kurtulmuş
mu olursunuz? Ne büyük hatâ! Ölüm ki en şedid hışmını,
hayatta kendisine kayıtsız olanlara hazırlamıştır.
Tilki'nin de sanırım en büyük oyunu, onun Günlüğü'ne kayıtsız
kalanlara olacaktır. Kaçmak hiçbir zaman kurtuluş değildir.
Her devrin en lânetlisi kimdir sanıyorsunuz: Savaş kaçkını...
- Hayrettin
ağabeyden, Tilki Günlüğü hakkında
daima buna benzer telkinler aldım. Bana onu asla hafife almamamı,
asla ihmâl etmememi, zirâ Kumandan'ın
bu tip bir gevşekliğe hiç müsamahası olmadığını söylerdi
daima... Ah, diyeceksiniz ki şimdi, o -her kimse!- bir yazar,
bense bir döğüşçüyüm; o anlasa da, ben anlamam. Katılmıyorum.
Ne anlamak istiyorsun ki, ne anlayacaksın? Sen kendini tanımaktan
âciz misin? Tilki Günlüğü'nü hiç elinden bırakmayan, Ali
Osman Zor'dan, Kemal Şişman'dan,
Şaban Çavdar'dan,
ismini anmadığım için kusura
bakmasınlar, diğer gönüldaşlardan daha mı hızlısın yoksa?
- Şunu biliniz ki, İBDA
Mimarı'nın herkesten
istediği, Tilki Günlüğü'nde kendilerini bulmalarıdır. Çünkü
bu aynı zamanda, "Zamanın
Sahibi'ne Şahidlik" gibi,
tariften âzâde bir misyondur. Tilki Günlüğü'nde
ne mi var? Çok basit: "Kumandan'ın
Yüzü"... Bu o kadar açık
ki, başka birşey yok diyebiliriz. Sana düşen de,
"O'nun yüzündeki ben"i görebilmek. O ben, sensin.
O "ben"i görmeyen, O'nun yüzünü de görmemiş
sayılır. O'nun yüzündeki ben'i görendir ki, iki cihanda
aziz...
- Tilki Günlüğü oku
ve okut!..
-
- Vlll
- "Ben", kişinin
kâinat telâkkisinin dayanak noktasıdır. Bu mânâda ölçü
meali:
- - Kendini bilen,
Rabbini bilir!
- Hayata dair bütünlük,
"ben" etrafında kurulur. Nasıl ki, İslâmın ilk şartı,
şehadet kelimesini kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır. O
kelimeyi söyleyen kişi, eskiden içinde bulunduğu dünyadan
çıkar ve yepyeni bir dünyaya adımını atar. Şehadet
kelimesini söyleyerek, kendi özünü tayin eder: Ben, Allah'ın
ve Resulü'nün şahidiyim, der. Sözkonusu şahidlik, aynı
zamanda şöyle bir mânâyı da ihtivâ eder:
- - Rabbini bilen,
kendini bilir!
- Bilinmelidir ki, şahid
olma dâvâsının tefekkür ve hikmet plânında tafsili, İBDA
Diyalektiği'ne göre, "tenkid şuuru"dur.
"Tenkid şuuru" anlaşılmadan, Tilki Günlüğü'ne
nazar ederek "ben" ve o ben etrafındaki bütünleniş
ve hizâ alıştan ibaret olan "âlem" tayini,
ekseriyetle rastgeleliği temsil eder; bu tesbitte "tefekkürsüz
samimiyet"in hakikatini inkâr ediş yok, fakat onun hürriyet
dâvâsı içinde bir hayli itibarsız ve zayıf olduğuna işaret
ediş vardır.
- Hâsılı,
"tenkid şuuru"nun ayniyetle de, gayriyetle de olsa tâbi
olacağı iki usulü anlamağa çalışmakta fayda var:
- 1. "Bugünkü Batı
tefekkürü de varmıştır ki, benliğin içine çekilebileceği
mücerret bir âlem telâkkisine bağlı iç hâllerin tahlili,
artık kalmamıştır. Bu, benliğin mevcut farzedilmemesi demek
değildir; bilâkis benlik mevcuttur, hattâ her zamankinden
ziyade mevcuttur. Bu benlik, ancak kendisini aşan bir realiteyle
münasebeti içinde mevcuttur; zirâ her şuur, maksatlıdır,
yani "nesne-obje"yi hedefler, bu nesne ise, bir iç hâli
değil, mevcut bir varlıktır... İşte "fenomenolojik-tasvirî"
tahlil, bu hedeflemelerin tahlilinden ibarettir. Dış'ta, "içi
dışta takip" şuuruyla bulunmak; İslâm büyüklerinin
ifade ettiği, "kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir"
hikmeti.
- ... Dikkat ediliyorsa,
bu görüş çerçevesinde "âlem"
ve "ben"in birlikte bulunuşu, nesneyi hedefleyen şuurun
"realite ile münasebetinde" mevcut oluşu, problemleri
doğrudan kucaklayış ve kendi kendine tükenen sistem anlayışından
kaçış hâlinde; kısaca, iç'in dış'ta "bulunuş"u
idrakıyla dışa bakmak şeklinde bir usule varıyoruz." (İBDA
Diyalektiği, s. 201 ve devamı)
- "Erich
Fromm'dan Tilki Günlüğü'ne Bir
Pencere Açma Denemesi..." Harun Yüksel'in bu
isimli çalışmasından beri, Tilki Günlüğü
okuyuculuğunun en yaygın usulü budur. Bizim Ulysses'den
beri ve bu çalışma ile "Kayan Yıldız
Sırrı için Şerh Denemesi" (Bkz. Bedîiyyat) boyunca, tâbi
olmaya çalıştığımız ölçü de budur. Bu usûl hakikaten son
derece avantajlı ve emin bir yoldur. İbdacı çizgide yürütülen
hemen hemen bütün çalışmaların tâbi olduğu ölçüyü de açıklamaktadır.
Problemleri doğrudan kucaklayış; burada nefsin payı yok denecek
kadar azdır, tahmin ediyoruz.
- Fakat bir de şu var:
- 2. "Karşımda
rüzgârın tesiriyle bir ağacın yapraklarının kımıldadığını
görüyorum... Hiç değilse bu intibaımı, bu suretle
naklediyorum. Fakat kullandığım tabirde ağacı ve onu sallayan rüzgârı
zikrediyor, hadisenin fizikî bir izâhına da girişmiş oluyorum.
Hattâ bu izahı daha da ileri götürerek, aynı maksatla yaprakları
kımıldatan muvazenenin kanunlarını, ışık intibâına ve sinir
uyarılışının nakline ait kanunları vesaire gibi, daha birçok
şeyi sayıp dökebilirim. Halbuki bir yandan geçmiş tecrübem,
bir yandan da öğrenebildiğim kadar fizik ilmi sayesinde, derme çatma
meydana getirdiğim bu fizik realiteleri, fazla olarak da
"kavrayışım" dışındaki varlıklarını iddia ettiğim
birtakım nesnelerin karşılıklı tesirlerine dayanan bütün bu
izahı ben, şimdi bir yana bırakmak istiyorum; yalnız ve ancak görünenle,
fenomenle, bu saf ve yaşanmış intibâ, yani akışla yetinmeyi
arzu ediyorum. Fakat bu tasviri yaparken ben, yalnız dış dünyayı
düşünen fizikçinin aksine olarak, intibaımı, ne onu duyan şuurumdan,
ne de vücudumdan ayıramam; intibaımı, kendimle eşyanın
birlikte ve aynı zamanda verilmiş bir varlığı, bir
"birlikte hazır bulunuş"u gibi yaşarım. Bu münasebet,
sebep-netice arasındaki "determinist-muayyeniyetçi" bir
bakışa mevzu münasebetten apayrı olan nevi şahsına münhasır
bir bakış nevîdir; çünkü, yaşanmış tecrübelerden meydana
gelme bütün bu sayısız akışlara âlem ve dünya adını
verirsek, bu âlem bensiz olamayacağı gibi, ben de onsuz olamam;
âlem benim varoluşumla var... Fizikçinin görüşünü
benimseyerek, benliğimizi vücudumuzdaki cisimlenişinden, vücudumuzu
dünya içindeki varlığından ve dünyadaki nesneleri de,
birbirinden tecrit edişimiz, sırf ayırma yoluyladır. Öyleyse bu
görüş, fizikçinin âlemini ortadan kaldırmak değil de, bu âlemi
muvakkaten sadet dışı yapmak, "cemiyet-deveran" dışı
bırakmak, yani nazarımızı bu sırf yaşananın tahliline
hasretmek için hür kılmaktır. Bu usűlle düşünce, yani
fenomenoloji, sırf tasvirî -şahitlik edici- bir ilim
oluyor." (İBDA
Diyalektiği, s. 202 ve devamı).
- "Fenomenolojik Bakımdan
Roman Okuma ve Yazma Tekniği..." O zamandan beri, bu usulü
faaliyetlerimize tatbik etmeyi zaman zaman düşünüyoruz. Fakat
"Dış'ta 'dış'a bakan iç' şuuruyla bulunmak" şeklinde
formülleştirilen bu usulü, umumiyetle gayet zor ve maceralı
buluyoruz. Gene de bilmek gerekir ki, bu, şairlerin ve romancıların
dünyasıdır.
- Toparlarsak,
"tenkid şuuru":
- 1. "Dışta, içi dışta
takip şuuruyla bulunmak..."
- 2. "Dışta, dışa
bakan iç şuuruyla bulunmak..."
- Tilki Günlüğü'nde bu
iki usulün de yeri vardır. Tilki Günlüğü okuyuculuğunda da
öyle. Fakat dışta bulunmamak, dışta bulunmaktan kaçınmak, içte
başka dışta başka hâlde olmak, yoktur. "İnandığın
gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın."
İşte Tilki Günlüğü -ideoloji- kaçkınlarının,
İslâma inandıklarını söyleseler de, sosyolog, psikolog,
felsefeci, edebiyatçı vesaire olarak İslâmı tekzib etmekte,
giderek İslâma inanmamakta oluşlarının fotoğrafı!
- "İdeolojiler devri
kapandı" diye postmodernist kafa karışıklığını İslâma
mâletmeye çalışan mankafa entellektüel çırpıntıları,
ideolojinin "inandığınla
iş ve eserin arasındaki uyuşma manzumesi" demek
olduğunu ve dahası "İslâma
Muhatap Anlayış" davasını anlamaktan acizdirler. İdeolojiler
devri kapandıysa, senin sosyolojiyle, psikolojiyle, felsefeyle,
edebiyatla ilgilenme hakkın nasıl açık?..
-
- lX
- Uzun zaman hep Tilki Günlüğü'nün
dışında kaldım. 1992'de 2.cilt yayınlandı. Üzerimde,
birincisinden farklı bir tesir uyandırmadı. Bu arada Hayrettin
Soykan ilk defa, lûgat ilmine dair bir çalışma
neşretti. Bu, Tilki Günlüğü'ndeki tabloların, yüksek bir
dilde nasıl hizâya girdiğini az çok izah ediyordu. Ne var ki,
kelimelerin canlı ve dinamik yapısı hakkında, zihnimde hâlen
hiçbir ışık yanmamıştı. "Evet, ama" diyordum
kendi kendime, "sadece kelimeler bunlar, üstüste yığılmış
taşlar gibi, hayatıma bir mânâ katmaktan uzak
kelimeler..."
- Bu yönde ilk çalışmaları,
Ahmed Berkî'den gördüm. Ahmed Berkî, Batı'da
"egologie-ben araştırması" adı verilen ve fakat ne
olduğu tam bir muammâ olan bir disiplin havasınca, Tilki Günlüğü'nde
kendini arıyordu. Onun bunu nasıl yaptığını anlayabilmek için,
onun bulunduğu Bursa şehrine ben de birkaç defa gittim. Ben de
kendimi aramak, kendimi tanımak istiyordum. Bu heves bende 1993
başından itibaren zaptedilmez bir akış hâlini almıştı.
Neden mi? Ah, bunu söyletmeyin bana. Aşk yüzünden. Kendimi değil
ama aşkımı orada aramak, içime tarifsiz bir coşkunluk
veriyor, bana beni buldurmuş gibi bir sevinç getiriyordu. Yokluğumda,
çocukluk arkadaşım Ramazan Güngör'ün, yeni çevresiyle
birlikte bir Tilki Günlüğü müptelâsı
oluşu, ister istemez katıldığım toplantılarda, hemen hemen
herkesin Tilki Günlüğü hakkında fikirler beyân etmesi karşısındaki
şaşkınlığım, aşkımdan doğan bir ihtiras hâlinde, yaralarımı
daha da azdırıyordu. İkinci cilt ile üçüncü cilt arasındaydık.
- İçimden bir ses şöyle
diyordu:
- - Hem senin, hem senin
yaşadıklarının hakikati, Tilki Günlüğü'ndedir.
- Fakat hiçbir zaman,
bunu itiraf etmeliyim, ben ile başkası
arasında bir mutabakat zemini bulamadım. 1994'ten başlayarak,
"ben" ile "âlem" arasında bir müşterek mânâ,
bir varlığı bütünleme imkânı aradım daima. Bu yönde attığım
her adım, "başkası" diye bir duvara çarptı; inşâ
ettiğim her sed, "başkası" isimli rüzgâr tarafından
yıkıldı. Hürriyeti şöyle tarif ediyor İBDA
Mimarı:
- - Kişinin
kendi hakikatini, hakikatin hakikatinde tâkib edebilmesi...
- İşte
hürriyetin, cümle kapısının şehadet kelimesi olduğuna dair,
bir başka delil. Şehadet kelimesini söyleyen kimse, kendi
hakikatini İslâm'da takib etmeye başlamış olur... Benim dediğim,
din bakımından değil ama, hikmet bakımından bir "Cehennem"...
- Paolo Coelho'nun
çobanı gibi, aşkıyla davası ayrı
bir canlı nevii olsaydım, birine giderken birinden gelebilir,
kendi hakikatimi, hakikatin hakikatinde (Tilki Günlüğü'nde)
aramak gibi bir zahmetten de müebbeden muaf olurdum. Ama gerçekten
seviyorsanız, Sezai Karakoç gibi, kendi üstünüze
kıvrılamazsınız; Dante
gibi döğüşmek zorundasınız.
- Geçtiğimiz Eylül-Ekim
ayında İstanbul Üniversitesi çevresinde meydana gelen türban
eylemlerinde, bu dava, hürriyetin ta kendisi olarak açıktı.
Türban, bir bez parçası mıdır? Türban yerine peruk ne
demektir? Fettoş
iblisine göre, türban sırf bir
teferruattır. Herhâlde öyledir. Fakat bizim
"teferruat" sözüyle kasdettiğimiz, o iblisin lânetli
anlayışı değildir. Türban, "aslı açıcı
teferruat"tır. Türbana uzanan el, bir yağlamacının paçavrasına
uzanan el muamelesi görmez hâliyle. "Parça bütünün
habercisidir" diyor Hazret-i Ali. Türban, bir parça,
bir teferruat, ama "bütün" ve "asıl"
mânâsını taşımaktadır. Peruğu, bilmem neyi yere çalarak
bunu böylece idrak etmektir ki, 1986-1987'de İbdacılar'ın gençlik
şuuruna mâlettiği "hürriyet kavgası"dır.
"Parça bütünün habercisi", "ben âlemin sırrı"
ve "türban hürriyetin delili" gibi ifadelerin, İlâhî
Komedya'nın tedai ettirdiği perspektiften, kerâmet çapında
formülü ise, İBDA Mimarı'nın
dile getirdiğidir:
- - Kadında
kâinat muhasebesini hülâsalandırmak..." (*)
-
- X
- Konferansta, Matbuat
dergisi temsilcisinin sorduğu sual
ve aldığı cevap şöyleydi:
- - Dünya hayatında,
çirkin olan şeyler bizi nasıl sıkıyorsa, bazı hâllerde
veya bir müddet sonra güzel olan hâllerin de içimize kasvet
bulutları celbettiği, malûm. Öyleyse, Cennet'te sonsuz olduğu
söylenen güzelliğin bizi sıkmayacağından nasıl emin
olabiliriz?
- - Ben bunun böyle
olduğunu sanmıyorum. Dünya hayatı, gölge bir hayattır. En
ışıltılı şeyler bile, gölgede flû bir şekilde görünür.
Dünyada Cennet ve Cehennem'in gölgesi, hem de birbirine karışmış
hâlde mevcuttur. Dante bunu çok güzel kavramıştır.
Meselâ İlâhî Komedya'nın Cehennem cildine "azab
içinde ye's" gibi bir mânâ verebiliriz. A'raf bizim günümüzde,
"kasvet içinde ümit" mânâsına
gelebilir. Cennet ise "emniyet içinde zevk"
hâlini alır. Şu hâlde gölgede gördüğünüzün
hakikatini anlamak da size düşüyor. "Saadet"in,
"vecd"in Cehennem'den gelmesi mümkün olmadığı gibi,
"sıkılmak", "yorulmak", "bezmek"
gibi hâllerin Cennet'te bulunduğu da tahayyül edilemez. Güzel
ve yüce olan, insan fıtratına hoş gelen ne varsa, Cennet odur.
Kâinatın Efendisi, dünya
hayatının asıl hayata nisbetle bir
uyku hâli olduğunu beyân ediyorlar. Dünyanın intizamı uykuda
nasıl birbirine karışıyorsa, asıl hayatın intizâmı da dünyada
öyle birbirine karışmış bir hâldedir. Burada, asıl Cennet
ve Cehennem yoktur -hâşâ- demek istemiyorum; ki bu, küfürdür;
fakat "Cennet ve Cehennem insandadır", yahut "dünyadadır"
sözünün hikmet bakımından doğru olduğunu söylemek
istiyorum. Mecaz hiçbir zaman hakikatin yerini tutmaz ve mecaz
varsa, hakikat de var demektir. "Mecaz hakikatin köprüsüdür"
der Salih Mirzabeyoğlu.
(Bkz. Hırka-i Tecrid)
- Cehennem, A'raf ve
Cennet... Ben bunları, Tilki Günlüğü okuyuculuğum sırasında
da hissettiğimi söyleyebilirim. Herkes için böyle midir,
emin değilim ama, "İlâhî
Komedya'dan Tilki Günlüğü'ne" deyişimin
sebebi, tamamen budur. Böyle olunca, Tilki Günlüğü okuyuculuğu
benim için, onda yaşamaya benzer bir hâl aldı. İlâhî
Komedya gözümde gittikçe küçülüp, nihayet hakikati olmayan
bir film gibi, sırf "hayal perdesi" hâline gelirken,
Tilki Günlüğü, hayatın ta kendisi oldu. Arzedeyim!
- Size söyledim,
niyette kendimi değil, sevgilimi, sevgimin hakikatini arıyordum
diye. Sevgilim, Dante'nin "beyaz gül"
diye tasvir ettiği bir çiçek bahçesiydi.
Yüzüne bakınca, kendimi görecek, "o benim" diye el
çırpacaktım. Fakat bunun, gökten bir yıldız isteyen çocuğun
hâli gibi muhal değil ama, şartlar itibariyle çetin olduğunu
düşünmemiştim. Üstelik gözümün önünde sabit bir suret değil,
sabit bir mânâya benzetmeye çalıştığım mütemadiyen değişen
suretler vardı.
- Cehennem, A'raf,
Cennet.. Uzun uzadıya, bunlar hakkında tasvirler yapmak
istemiyorum. Yeri geldikçe, işaret ederim. Lâkin şunu açıklamak
istiyorum. Tabir nasıl rüyaya hayat veren bir nefesse, Tilki Günlüğü'ndeki
kelimeler de, siz tecrübe ve kültürünüzle onlara yöneldikçe
canlanır, yanınıza gelir, sizi okşar, boğazınızı sıkar.
Kültürünüz ne kadar yüksekse, tabloların canlılığı ve
suretlerin münasebetiyle olan taallukunuz o ölçüde canlanır.
Nasıl ki, "Allah'ın
kelimesi", Allah'ın
yeryüzündeki bir elçisi oldu ve en dinamik bir hayatı temsil
etti. Tilki Günlüğü de böyledir işte; kelimelerini üzerinize
göndererek size Cehennemi, A'rafı, Cenneti yaşatır.
- Sahiden öyle olmasa
bile, siz sadeden öyle farzedin: Tilki Günlüğü'nde gördüğünüz
tablolar, cinler âleminden birer isim ve onları meydana
getiren suretler de, o cinlerin mahiyeti... Siz onlara bir
yerinde hitab eder etmez hemen yanınıza sokulur ve size hâlinizin
hakikatini söylerler. Maiyet olan cinlerden bazen bir teki,
bazen birkaçı birden, bazen de sırayla size sokulur, eğer
sizi okşamak gerekiyorsa okşar, sizi dövmek gerekiyorsa döver
ve size istiskâl etmek gerekiyorsa öyle yapar. İşte hâlinizin
tabiri de budur. Zamanımızda yaşanan her şey Tilki Günlüğü'nde
vardır; siz gölgesiniz ve onun size verdiği cevap, sizin
hakikatinizdir.
- "Kültür
meselesi"ni niçin vurguladığımızı iyi anlamalısınız.
Zirâ bütün cinlerin başı, bir "Tilki"dir ve eğer
siz Tilki'nin size ne söylediğini anlayacak kültürden
yoksunsanız, kendi hakikatinizi asla öğrenemeyeceksiniz
demektir. Tilki Günlüğü, bizâtihî bir "irfan bütünü"
oluşuyla birlikte, okuyucusunun vasıfsız olmasına tahammülü
olmayan bir eserdir. Hiç kimse ona rağmen, kendisi hakkında
sahici bir fikre varabileceğini ummasın. "Zamanın
Münekkidi", o zaman içinde yaşayan
ve yaşananlara, kendi vücudundaki hakikatlerini gösteren bir
aynadır. Aynaya bakınız ki, kendinizi ve çevrenizi görebilesiniz.
- Mahşerî bir başlangıçta,
karanlıklar ormanında "ben kimim?" diye
soruyorsunuz. Tilki bu sualin cevabını hemen hemen daima, hiç
geciktirmeden verir. "Ben kimim? diye
sormak" der, "ölüm nedir? diye sormaktır."
(Bkz. TG. 1.cilt) Ve sizi derhal ölümün ne
olduğunu kendilerinden öğrenebileceğiniz
cin reisleriyle başbaşa bırakır. Cehennem, A'raf, Cennet;
onları görürsünüz ve bunlar itibariyle, "ben
kimim?" sorusunun hakiki cevabını bulursunuz. "Karanlıklar
Ülkesi, Allah dostlarının cismidir" prensibine
göre, ölüm, Tilki Günlüğü'dür.
Onun ön ve arka kapağındaki aslı bir olan suret, zamanımızın
tüm idraklerini kapsayıcı bir dille söylersek, suretin yok
olmasıdır; herkes için ölümdür. Ve kişi kendini ancak ölümden
sonra anlayabilir.
- Cinler nasıl şekilden
şekile girer, hâllerinin aynı vücudlar taşırlarsa,
kelimeler de öyledir ve bir hâlde kalmak, onların daimi akışlarına
ve muttasıl değişmelerine münafidir. Nitekim ölümün kapısından
giren herkes, şöyle bir levhayı görecektir:
- - Dünya çapında
bir hadise: Kaptan Kusto Müslüman!
- Ve malûm devamı...
Bu tablo, Ufuk'un öz elinden çıkmıştır. Ufuk, herkes için
ölümdür. Hafiye (arka kapakta), herkes için hüviyettir. Tilki
bize bu hakikati göstermek için, başını geriye doğru çevirmiş
ve onun bu hareketiyle zamanın akışı da tersine dönmüştür.
Tilki'nin bu bakışı, gözünü Ufuk'a çevirişidir ve iki göz
birbirine değdiği ân, ölüm başlamıştır. Siz bunu görmeye
mecbursunuz; kendinizi görmek için... Bana gelince, benim için
tasa etmenizi istemem... Benim gördüğüm, Tilki Günlüğü, Al
Pacino'nun filminin ismiyle müsemmâdır:
- - Herkes için adalet!..
(**)
-
- Xl
- Dante'ye Cehennem
ve A'raf'da niçin Virjil'in ve Cennet'te niçin Beatrice'nin
refakat ettiği, sanıyorum şarihleri
tarafından pek anlaşılmamış bir keyfiyet. Bence Virjil
Dante'nin okulu, Beatrice de mesleğidir.
Okul, meslek için bir araz, bir vasıta, bir vekildir.
Binaenaleyh mezuniyet, "icazet", "ehliyet",
yani "vekilin çıkması" mânâsına gelir. Ona da
"Cennet" tabiri uygundur. Hani Mevlevîler,
"dede" olabilmek için 1000 gün "çile" çekerler
ya, bunun gibi... Vekilin çıkması demek, suretin ortadan
kalkması ve bizzat "ben" ile teşerrüftür gibi
geliyor bana...
- Arapça'da
"ben" mânâsına gelen "ene" kelimesinin
ebced değeri, 52'dir. Türkçe'deki "ben" kelimesinin
ebced değeri de, 52'dir. Fakat Arapça "ene"
kelimesinde, "vücudda olan ben, benek" mânâsı
yoktur. Araplar "vücudda olan ben"e, "hindû"
derler. Ben kelimesinin, hem birinci tekil şahıs zamiri, hem
de "vücudda olan ben" mânâsını taşıması, Türk
diline mahsustur. Böylece "ben"e dair en kuvvetli
ihtimalin, Türk diline dair bir maksadı, ama bununla birlikte
Zuhal yıldızına (Satürn) da işaret ediyor olabileceği, göz
önünde bulundurulmalıdır.
- "El"
kelimesi de bunun gibidir. Hattâ onun Türk diline dair maksadı,
biraz daha açıktır. "El" kelimesi İbrani lisanında
"kadîr", "kavî" gibi mânâlara gelir ve
bu kelimeyle kasdedilen, İlâh olan Yehova'dır.
Hazret-i İsa'nın
ise "İlâh"ı, "gökten sarkan bir el" şeklinde
tasvir ettiği söylenir. Halbuki İbranice "el"
kelimesinde, organ anlamında "el" diye bir mânâ
yoktu. Üstadımızın "Müjde"
isimli şiirinde dikkat çektiği:
- - "Gökten bir el
yaşlı gözleri siler!"
- "İncil"
kelimesinin "Müjde" mânâsına geldiği rivayet
edilir. Şu hâlde, Tilki Günlüğü şu şekilde tesbit
edilebilir:
- - Gel diye
çağıran el!
- Nitekim Türkçe
"gel" kelimesi de, Farsça'daki "gül"
kelimesiyle, yazılışları aynı,
okunuşları farklı bir Cinas ilişkisi içindedir. Mamafih bu
iki kelimeden "gül" diye bir başka kelime daha zuhur
eder. "Hindû"dan kinaye, İngilizce'de "hand"
kelimesi, "el" ve Farsça'da "hande" kelimesi,
"gülme" mânâsına gelir. Lâkin bu son hâlde "gülme",
gülmek fiilinin fiilimsi kadrosunda değil, gene Türk dilinin
yardımıyla "gülme!" şeklinde olumsuz emir sigâsiyle
anlaşılmalıdır. Bu da bize, "gül" olan sevgiliye
ulaştığımız, bir başka deyişle Tilki Günlüğü'nde
kendimizi bulduğumuz ânda, bir kahkaha hakkı tanınmayacağını,
belki de o ânın, hakikî mânâsiyle ölümün başladığı ân
olduğunu düşündürtür.
-
- Xll
- - "Hükümetin yeni
bir zulmü", "hükümetin yeni bir icraatı"
keyfiyetinde bir haber okuyorum. Haber sanki Millî Gazete, Akit
gibi, hükümet muhalifi İslâmcı bir mahfilin yayın organında
ve bir tenkid üslûbuyla kaleme alınmış... Buna göre, Tilki Günlüğü
yasaklanmış... Altıncı cildinden sonra, 2,3, diğerlerinin de
toplatılması sözkonusu... Rejim aleyhtarı yönelişlere
fidelik etmesine binaen... Onunla beraber, James Joyce'un
"Sesleniş" isimli bir
romanı da yasaklanmış... Joyce'un böyle bir
romanı olduğunu hatırlamıyorum...
Aklıma Türkçe neşri beklenen son eseri, "Finegan's Wake"
geliyor... "Wake", İngilizce'de "uyanış",
ama acaba "uyandırış, uyarış, ikaz" ve dolayısiyle
"sesleniş" mânâsını da kapsıyor mu?.. Kasdedilen o
mu?.. Haberin "ben" diye bir üslupla kaleme alınmış
olması ve özellikle kelimeler arasında "benim" diye
bir kelime dikkatimi çekiyor... Bu üslup, bu habere gitmemiş,
diye düşünüyorum... Nihayet muharririn imzâsı gözüme çarpıyor:
"Hakan Albayrak"... Artık
kültür eserlerine de saldırmaya başladılar, zulüm iyice
ayyuka çıktı, derken dehşetle farkediyorum ki uykuda değilim
ve bu rüyayı uyanık hâlde görmüşüm... / 30 Ocak 98."
- Duh: Kız, kerime,
duhter. Havai fişek. Hasır otu, hasır sazı.
- Duha: Kuşluk vakti. Güneş.
Vuzuh ve beyan. Kur'an-ı Kerim'in 93. suresinin adı.
- Duhan: Duman. Tütün.
Kur'ân-ı Kerim'in 44. suresinin adı. Mc. Gaflet ve dalâlet
dumanı ki, hakikatlerin görünmesine mâni olur. Arap lisanında
galib olan şerre, "duhan" tesmiye ederler. Kıtlık
ve kuraklık.
- Galib olan şer: Zulüm...
44, Malatya'nın plâka numarası... "Duh",
Bulgarca'da "ruh"... "Duhter" tedaisi,
"doktor"...
- 93'ten aklımda kalan
bir doktor veya onun ruhu, bu rüyadan birkaç gün sonra gördüğüm
bir yazısında, hiç münasebeti yokken, "o benim"
diye vurgulamıştı... Gene hatırladığıma göre, yazısının
ismi "İzzet Günlüğü" ve kendisi Malatyalı'ydı.
- Ben onun bizzat kıtlık
ve karanlık değil de, kıtlık ve karanlığın ortasında
beliren bir güneş olduğunu düşünmeye meyilliyim şu ân...
-
- Xlll
- İşaa:
Bir haberi duyurmak, yaymak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına
sebep olmak.
- İşa: Yatsı zamanı.
Akşam ile yatsı arasındaki vakit. Güneş batmasından ertesi
günü fecre kadar olan zaman. ("Duhâ"nın zıddı.)
- İşa': (Ağaç) çiçek
açma.
- İş: Yaşayış. Yaşamak.
Zevk u sefa sürmek (Tedaisi, "Cennet"). Hayata medâr
olan ve geçinilen şeyler. Ekmek. Gıdâ.
- Ayş: Yaşayış, yaşama.
Yiyip içme. Zevk u safâ. Dirilik. Hayat.
- Âyiş: Bolluk içinde
rahat yaşayan. Mânâda, "hayret edilecek derecede takvâ,
iffet ve zekâ sahibi olmak"...
- Âyiş'in tedaisi,
Malatyalı olmak; "derin ve yüksek fikirler sınıfından
olmak"...
- Güneş-şems,
kelimesinin ebced değeri, 400'dür. Bizim konferans esnâsında,
"şın"mı desek, "şın" ile
"kaf"ın muhteşem visâli mi, diye tereddütte kaldığımız
hâlin aynısı...
-
- XlV
- Umberto Eco, "Gülün
Adı"nda, Ortaçağ'da
kilisenin "gülme"ye aşırı düşman olduklarını ve Aristo'nun
"gülme"ye dair yazdıklarını
yasakladıklarını anlatır. "Yasaklamak" da, "gülün"
kendisinden olan bir keyfiyet, onun "diken"i nevinden ve
ekseriya "hayırlı bir maksada arız olan belâ"
kabilinden bir arazdır. Nitekim "dabbe" kelimesi
"kapıya konulan yassı enli demir, sürgü" mânâsına
geldiği gibi, "dâbî" kelimesi de "gül" mânâsına
gelir.
- Nehiy: Yasak etmek,
yasaklamak. Gr. Emrin menfî şekli (Gelme! Gülme! gibi)...
Menhî: Yapılması yasak olan şey, haram olan şey... Münhî:
Bildirilmiş, tebliğ edilmiş... Minhâ: Bundan, ondan... Minhâ:
Hediye, bahşiş...
- Nâhî (Nehy'den):
Nehyeden, yasak eden... Nâhı: Alim... Nâhiye: Yan, taraf,
kenar, civar, çevre. Küçük yer, bölge. Kazadan küçük, köyden
büyük olan yerleşme merkezi... Nâhű: İşte, öyleyse,
şöyle ki (Kürtçe)... Nahv: Yol, cihet. Etraf, yön. Misâl.
Mikdar. Kasd ve azmeylemek ("karşı çıkmak"). Gr.
Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemleriyle ilgili
olan kaideleri içine alan ilim... Nahvet: Kibir, gurur. Büyüklenme,
azamet gösterme...
-
- XV
- Hudumme: Kolları
kalın ve kavi olan. Büyük emir... Hudm: Her nesnenin kökü...
Hudme: Çabuk kaynayan çömlek... Huddam: Hizmette bulunanlar.
Hizmetçiler. Cin taifesinden olan hizmetçi... Hüdam: Deniz
tutması (Tedaisi, sevdâ)... Haddam: Başarılı kimse. İşlerinde
başarılı ve becerikli olan kişi. Çalışkan ve gayretli olan.
Hizmetçi... Hadîm: Hademe, hizmetçi. İman ve İslâmiyete ve
millete faydalı olmaya çalışan. Erkekliği yok edilmiş
olanlar... Hadîm: Yıkıcı olan, tahrib eden... Hadmâ: Beyaz
koyun... Hadme: Ateş gürültüsü...
- Huz Mâ: Al onu!.. Huzâmî:
Lavanta çiçeği... Huzme: Demet. Deste. Bir kucak şey. Fiz.
Bir ışık kaynağından çıkan sütun hâlinde şua...
Hizmet: Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya
menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş ve vazife.
Memuriyet. Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler
ve takayyüdât... Hazm: Midedeki yenen şeyleri sindirmek. Vücuda
yarar hâle getirmek. Birisine ansızın hücum etmek. Ansızın
bir şey üzerine inmek. Birisinin hakkını, malını gasb ile
alıp zulmeylemek. Münasebetsiz bir hâle, güce gidecek bir
vaziyete düşenin, nefsini zaptedip tahammül ve sabreylemesi.
Taze olmak. Kırmak... Hazm: Cem'etmek, toplamak. Zaptetmek.
Kasdetmek. Bağlamak (Akit). Yumuşak yüksek yer. Sağlam re'y.
Doğru ve katî karar. Basiretle hareket etmek... Hâzîm:
Keskin kılıç... Hâzim: Sür'atle kesen. Çabuk yiyip
bitiren. Düşmanı hezimete uğratan... Hazîm: Sarhoş...
- Nihayet: Son, netice,
bitim... Hatîme: Son. Nihayet. Son söz... Hütâme: Kesinti, kırıntı.
Parça. ("Parça bütünün habercisidir") Hatem: Mühür.
Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. Son.
En son... Hatem: Çok cömert ve eli açık kimse ("Gel
diye çağıran el.")... Hateme: "Allah sona
erdirsin!" mealinde bir dua... Hatîm: Kâbe-i Muazzama'nın
şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur... Hâtim: Kadı.
Hâkim. Sağlamlaştıran. ("Doktor")... Hatm: İnsan
veya hayvan burnu. Kuş gagası... Hatm: Bitirmek. Kur'ân-ı
Kerim veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Mühürleme.
Mühürlenme...
- Dante,
Cennet'te sevgilisinin gözlerini görünce, onlara "canlı
mühürler" diyor. Fakat bizim bu kadar kelimeyi alt alta sıralamamızın
sebebi, gözlerden çok, sözler... Her kelime bir varlık, canlı
bir mühür bizim için... Farzedin, cin... Bir cini çağırdığınız
zaman, akrabalarıyla beraber geliyor... Her cinin, tıpkı her
insanın olduğu gibi bir mânâsı var ve onlar da, insanlar gibi
öbek öbek yaşıyorlar. Bazen bir cinin mânâsı, başka bir öbekteki
cinle birbirine çok benzeyebiliyor... Cinler arasındaki münasebet
ve iştirak noktalarının ne kadar çok farkındaysak, Tilki Günlüğü'nden
bulduğumuz âlem, o kadar büyük ve zengin oluyor... Meselâ biz
burada bir tek "Hudumme" cinini çağırdık ve onun peşinden
şu kadar cin koştu geldi; yahut onun suretleri olarak...
- Bir şeyin daha farkındayız
ki, insanlarda olduğu gibi, cinlerde de (kelimelerde de)
Cennetlik ve Cehennemlik olanlar vardır. Biz eksikler bir bakışta
neyin Cennetlik ve neyin Cehennemlik olduğunu hemen
farkedemeyiz. Bu bir irfan meselesidir. Bunun için, Tilki Günlüğü'ndeki
tabloların bizim açımızdan muayyen bir zamanda tam bir
vuzuha kavuşturulması için, engin bir tasavvuf bilgisiyle,
onun özü demek olan keskin bir ferasete ihtiyacımız var...
İnsanlarla nasıl münasebet kuruyorsak, kelimelerle de o şekilde
münasebet kurmamız gerektiğinin farkındayız, ama hangi
kelime bizi düşürür, hangisi yükseltir, henüz bunu
bilemiyoruz. İyi huylar ve kötü huylar da bunun gibidir.
- Hülâsâ hâlinde öğrenmemiz
gereken şudur: Bir tek Kumandan'ın
yüzüne bakmakla, bir tek onu tanımakla kendimizi ve bütün
insanları tanımış oluyoruz. Bir başka tabirle, Tilki Günlüğü
okumak bize kendimiz ve yaşadığımız hayat hakkında en hakiki
kültürü veriyor:
- "Arz
cazibesi kanununun her zerreyi kendine tâbi kılması...
"Büyük İrşad Kutbu" Esseyyid Abdülhakîm Arvasî'nin
yüzünde Üstadım tarafından görülen "Ben", bu mânânın
keyfiyetini gösteren remzdir... Bu keyfiyetin fikir aksi etrafında
yanmaya talip pervâneler... Zamaneler defolsun, gözbebeğim divâneler!.."
(Tilki Günlüğü 3/525)
-
- XVl
- Cüll: Gül... Cüllâ:
Büyük emir... Büyük emir; tabirde, "sesleniş"...
Ne mi?.. "Gel" demekle "ol" demenin
ayniyeti...
- Büyük emir'in
"ol" olması ve Dante'nin bu emrin
nihayetinde, "dört vecihli bir bahçe olan ebedî gül"e
kavuşması, bize "SILA"
kavramını düşündürüyor. "SILA"; zâhir ile bâtının
buluştuğu yer; ona aynı zamanda "gül bahçesi" denir
ki, Tilki Günlüğü böyle bir "sıla" telâkki
edilebilir.
- Bir lűgatte, İngilizce'deki
"rose" (tedâisi, râz-sır) kelimesi, şu dört mânâda
tasvir edilmiştir: Gül. Gül gibi, gül renkli. Ümit verici
durum. Şen; gül gibi geçinip giden...
- İBDA Mimarı
"Hırka-i Tecrid" isimli
eserinde, "kör olmak", "görmez olmak" gibi hâllere
dair levhalar serdeder... Dante'ye göre bu levhalar, ebedî
güle çok yaklaşıldığının alâmeti
ve nurdan gelir..."Erdem: Usta gemici"den kinâye,
"Ermed: Gözü ağrıyan adam. Boz renkli nesne."
(Tedaisi "duhan" ve "duman" ki, Borges
körlükte bu rengin hâkim olduğunu
söyler)... Ermîda: Gül... Hep bana "tecrid" istiaresi
gibi gelen, Üstad'ın şu mısraları:
- "İçinizde
yiv yiv derinleşin de
- Çıksın karşınıza
en yakınınız"
- Ezmel: Hareket etmek.
Mustarib olmak, acı çekmek. Savt,
ses, sedâ ("Sesleniş"). Gül... Mel': Seri seyr...
"Ez" kelimesinin Farsça'da "ben" demek oluşuna
nazaran bundan doğan mânâ ise, Üstad'ın mısralariyle
birlikte şu: "Sefer dervatan..."
- Buradan da anlıyoruz
ki, "ben" ve "gül" aynı şeylerdir. Buna
mitoloji ve ontolojinin kokusunu bulaştırırsanız, karşınıza
Homeros'un Olimpos tepesi ve onun zirve noktası
olan "Zeus" çıkacaktır.
Zeus, canlı bir varlıktır
ve herkesin kendi içinde yiv yiv derinleşmekle bulacağı gül,
odur. Zeus kim midir? Ah, bu çok kötü: "Hiç
kimse"dir. Suretin ortadan kalkması,
insanın kendi aczini idrakı ve nihayet kendinden geçerek
"O" olmaktır.
- İkinci bir bakış
olarak, epistemolojik açıdan "gül" ise, Eflatun'un
tarifiyle, "İdeler-Fikirler"
Tepesinin en yüksek noktası olan, "İyi İdesi"dir;
"Hayr-ı Âlâ"dır; daha şairane bir ifadeyle,
"iyi yıldız"dır. Birinci bakıştaki yokluğa
nisbetle, burada bir varlık durumu sözkonusudur, tersine görünse
de. Eğer birincisini "imân"a benzetirsek, ikincisi
"hikmet"tir; eğer birincisi bir "emir"se,
ikincisi "tavsiye"dir; birincisi "aşk"sa,
ikincisi "tecrid"dir; ve eğer birincisi "şiir"se,
ikincisi "tefekkür"dür...
-
- XVll
- Şu
ân ne kadar garib bir hâlde bulunduğumu hissettirebiliyor
muyum? "Hükümetin yeni bir icraatı"ndan
payıma düşen, varlıkbilim açısından
"hiç kimse" demek olan bir yokluktur. Burada
"Hudumme" cininin bana tecellisi şu
"şekilde" olmuştur: "Münasebetsiz bir
hâle, güce gidecek bir vaziyete düşenin
nefsini zaptedip tahammül ve sabreylemesi." Çok
tuhaf ama, bir varlık, üzerine
gittikçe gelişmiş, genişlemiş ve nihayet "sırf bir hiçten
ibaret" bir hâl almıştır. Eğer ben bunun bilgi teorisi açısından
"hayr-ı âlâ"yı
temsil ettiğine olan inancımı kaybetseydim, o zaman benim için
bütün buraya kadar anlattıklarım mânâsız ve iptal edilmeye
müstehak olacaktı. Öyle ki, aşk varsa her şey var ve aşk
yoksa her şey yok olur. Binaenaleyh ben İlâhî Komedya'yı
"aşkın tesellisi" değil de, "imânın
tesellisi" olarak görmek istikametindeyim. Aşk, kendi başına
teselli edici olmaktan uzak, hattâ çok defa tahrib edici bir
keyfiyettir. Ancak nihayete, "Hayr-ı Âlâ" tepesine
olan imân, rüyaları dağınıklıktan, hayatı mânâsızlıktan
ve hissiyatı sorumsuzluktan koruyabilir. Eğer Genç Werther
bunu böyle görebilseydi, intiharı
seçmeyecekti. O öyle hissetmişti ki, hayatta herkes ve herşey
onu aldatmak için var olan bir hayal ve tam da Allah'a sığınacağı
yerde, aslında bunu kasdederek, Allah'tan kaçtı.
- Herhâlde son olarak
tekrar etmemiz gereken Robert Johnson'a ait şu
tesbitin üzerinde durmamız gerekecektir:
- - Mevcudiyeti hakkındaki
kanaatlerimiz ne olursa olsun, aşk vardır. Bizler aşk adına ne
kadar çok şey uydurursak uyduralım, aşk adına hangi
miktardaki hodgâmlığımızı haklı göstermeye çalışırsak
çalışalım, aşk değişmez, kendi aslî tabiatını korur. Aşkın
mevcudiyeti ve tabiatı, benim kanaatlerime, hatâlarıma veya
sahtekârlıklarıma bağlı değildir. Aşk, benim kültürümün
beni ondan beklemeye yönlendirdiği, nefsimin ondan ısrarla
taleb ettiği, hassasiyetimin ondan umduğu özelliklerden çok
farklı özelliklerdedir. Aşk daima hakikattir. Benim aşkım,
nefsimin arzuları değildir. Benim aşkım, ben ne isem odur.
- Daha kötüsü de var:
Yalnız Dante değil,
Şarlo da gözümüzün
önüne bir "İlâhî
Komedya" serer, kendi ağlanacak hâliyle bize kahkaha attırır,
o sokak değil, bu sokak değil; Tilki Günlüğü okuyuculuğunun
en keyifli tarafı... Benim gibi kahkaha mı atarsınız, yoksa hüzünle
şöyle mi söylersiniz:
- - Bulduğum değildi
aradığım rüya!
-
- (*) Bu satırlar 24 Şubat-5
Mart (98) eylemlerinden önce kaleme alınmıştır.
- (**) Tilkinin, ufuka
bakmasını gelişigüzel söyledim. Her zaman aynı sembolizmi
savunacak değilim.