( Bu sayfalarda Sayın Hikmet Erhan
ÖZBEK'in Çanakkale'de yaşadığı ve kendisi tarafından kaleme alınan anılarını
okuyacaksınız.Sayfanın açılması uzun zaman almaması için dört bölüme
ayrılmıştır.Diğer bölümlere alt taraftaki sayfa numaralarından ulaşabilirsiniz.)
Sayfa 1 Sayfa 2
Sayfa
3 Sayfa 4
ÇANAKKALE VE YAŞADIKLARIM
HER NE KADAR BENİM YAŞADIKLARIM GİBİ GÖRÜNSE DE:
ANLATTIKLARIM, O GÜNLERDEKİ ÇANAKKALE İNSANLARINI, KONUŞULAN
KONULARI, YAŞANTILARI VE KIYAFETLERİ,ESKİ YERLEŞİM YERLERİ, HER
KESİN TANIDIĞI TİPLERİ VE EN ÖNEMLİLERİ HER KESİN YAŞADIĞI (O
ZAMANKİ ADI İLE AFAT (AFET) DENİLEN FELAKETLERİ İLE AKTARMAYA
ÇALIŞTIM. BUNU BİR BELGESEL HAVASINDA ANLATMAK İSTEDİM. BELKİ
BİR GÜN BU OLAYLARI MEVCUT RESİMLER İLE DE DESTEKLEYEREK
AKTARIRIM. KRONOLOJİK SIRAYA PEK UYAMADIM. AKLIMA GELDİKÇE
UYGUN YERLER BULUP AKTARDIM. BAZEN ÇOK GERİLERE GİTTİM
BAZENDE KONUYU AKTARIR İKEN ZAMAN MAKİNASI İLE KIRK KÜSUR YIL
İLERİYE GİTTİM VE GERİ DÖNDÜM. BİR GÜN BİRİLERİ TARAFINDAN
OKUNUR İSE ÇOK KİŞİ BİLDİĞİ VE TANIDIĞI BİR ŞEYLER BULACAKTIR.
TEMMUZ 2001
YAŞADIKLARIM
Kendimi bildiğim en küçük yaşımı bende hatırlamıyorum. Fakat aklımdaki
evde kalanlar, orta yerde asılı olan salıncağım idi. Burada öğle uykusuna
yatırıldığım zamandan kalan bir karasineğin tembel vızıltısı idi. Ben
salıncakta uyumaya çalışırken o karasinek etrafımda dönerek yüzüme
konmaya çalışır fakat annem tarafımdan yüzüme ustaca yerleştirilmiş
olan beyaz bir tülbent tarafından bu arzusunu yerine getiremezdi. Ben o kara
sineğin vızıltısının nağmeleri arasında uyumamaya çalışır fakat
dayanamaz bir müddet sonra dalar giderdim rüyalar ülkesine. Kendimin en küçük
yaşımı hatırlıyorum da rüyamda ne görürdüm hatırlamıyorum. Hep merak
etmişimdir bebekler rüyalarında neler görür diye ama bir türlü öğrenemedim
gitti. Gerçi büyükler; bebeklerin uykularında ağlamaları esnasında
annesini memelerinden astılar ondan ağlıyor; gülümsemeleri esnasında ise
babalarını şeyinden tavana asmışlar onu gördü; derlerde ne kadar doğru
bilemem ben büyüklerin yalancısıyım. Odanın içerisinde küçük bir cam
(pencere) vardı. Bu pencere camının kendisi küçük olmasına rağmen iç kısmı
oldukça geniş idi. Bu genişlik derinlik anlamındadır. Sanırım biraz yüksek
idi ki annem beni buraya oturtarak dışarısını seyretmeme izin verirdi. Daha
doğrusu ayak altından çekilmemi sağlamış olurdu. Dışarısı dediğimde
çok küçük bir bahçeye bakan bir pencere olup bu bahçe dediğimiz de sözde
mutfak diye kullanılan yerin sularının aktığı bir yer. Aklımda sadece
kirli bir beyazlık ve daha sonrada yeşil bir renk kalmış. Kışın kirli
beyaz yağan kar tabakasının, bacalardan çıkan ve borulardan damlayan siyah
ve isli su tarafından kirli bir hal almasıydı. Yeşil de herhalde karlar
kalktıktan sonra ortaya çıkan otlardı. Bir gün Rahmetli Annemin yanında bu
olayı anlatınca bana dönerek: Bu anlattıklarını hatırlaman mümkün değil.
Çünkü çok küçüktün dedi. Ben hatırladığımda ısrar edince mutlaka
senin yanında bizim anlattıklarımız aklında kalmıştır. Oradan hatırlıyorsun
dedi. Ben öyle olmadığında ısrar edince peki madem hatırlıyorsun söyle
bakalım kapının arkasında ne vardı dedi. Gayet net hatırlıyorum. Kapının
arkasında bizim oranın tabiri ile yüklük vardı. Bir adet sandığın üzerine
yatak ve yorganlar üst üste intizamla yerleştirilmiş onların üzerine de
beyaz bir çarşaf konularak diğerlerinin renk farkları veya başka bir şey
neyse işte gözlerden saklanmıştı. Peki o zaman bunu hatırlıyorsun
merdivenlerin orada ne vardı deyince vallahi orada ne vardı bilmiyorum ama o
civarda bir yerde bir kuyu vardı. Çünkü üzerini sıkı,sıkı kapatıyorlardı
deyince Annem güldü. Doğru dedi. Herkes mahalledeki kuyunun başına gidip su
almak için uğraşır iken bizim kaldığımız evin kuyusu binanın içindeydi.
O zamanların en büyük medeniyetlerinden biri. Evin içinde su var. Şimdiki
adıyla küçük köprü eski adıyla ayak köprüsünden harmanlık tarafına
geçince hemen camiyi görürsünüz zaten. İşte bu camiyi yaklaşık olarak
yirmi otuz metre geçince sola giren sokağı bilirsiniz. Bu sokağa girince sol
taraftan en sonuncu ev, benim bu olayları anlatmaya başladığım yerdir. Çok
zor değilmiş. Değil mi? Mahallemizden yaşlı bir amca bana BEYAZ diyerek
seslenirdi. Bunun sebebi de o zamanlar saçlarımın beyaza yakın bir sarı
renkte olmasıydı. Bende kendimi biraz bildikten sonra sen kedi saçlarına bak
sen mi beyaz yoksa ben mi derdim. Daha sonraları saçlarım gün geçtikçe sarı
tonlarında koyulaşarak açık kahverengi bir renk aldı.Babamın da saçları
küçük iken benimkilerden daha da beyaz imiş. Benim baba tarafımın saçları
kolay. kolay beyazlaşmadığı gibi dökülmezde. Nedendir bilemem ama bu böyle.
Yalnız hatırladığım kadarı ile babaannemin tepesinde saçları yoktu, onu
tarif etmek için Kel Fatma derlerdi. Adı Fatma idi gerçekten. Evde bahsedilmiş
olmalı ki bir gün bize geldiğinde başındaki eşarbı çekerek çıkartmış
ve istediğimi görmüştüm. Gerçekten öyleydi. Ne kadar tezat teşkil
ediyordu. Babaannem ile aklımda kalanlar arasında bazen bana Çanakkale savaşlarını
gördüğünü anlatırdı. Peki neler oldu diye sorulduğunda ise geceleri gökyüzünde
yılan gibi iz bırakarak giden top mermilerini görürdük. Patlamaların sesi
bizim buralara kadar geliyordu. Gündüzleri de bizler tarlalarımızda rahatça
çalışabiliyorduk Harp bizim buralara gelmedi derdi, bizler o zamanlar hiç
zorlanmadık bütün erkekler gitmişti zaten, biz köyde kadınlar ve çocuklar
ile kalıyorduk derdi.Babasının Seddülbahir’de kaldığını (Şehit olduğunu)
mezarının bile olmadığını babasının adının Kara Mustafa olduğunu söylerdi
gözleri dolarak. Seddülbahir’den batıya doğru denize inildiğinde aşağıda
sahilde bir tabur Mehmetçiğin, İngilizlerin çıkarma yapmasına izin
vermeyerek koca bir bölüğü durdurduğunu ve sonucunda da Allah’ın
Rahmetine kavuştuklarını orada yazılan bir tabela üzerindeki çok duygusal
bir dörtlükten anlıyoruz. İşte bu tabelada yazanlar.
Bir kahraman takım ve de YAHYA ÇAVUŞ'tular,
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular.
Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri,
ALLAH'ı arzu ettiler,akşama kavuştular.
İşte orada yatan Aslanlardan birisinin adı da Kara Mustafa. Ben ilk okulda
buraya yapılan bir geziden sonra bu şehitlikteki Kara Mustafa adını okumuştum.
Bu tarihi gezi dönüşünde eve geldiğimde Babaannemin de bizde olduğunu gördüm.
Ben o gün gördüklerimi büyük bir heyecan ile anlatır iken bu ismi de söylediğimde
babaannem çok sevindi. O benim babam dedi.. Savaşa gitti ve kaldı(Şehit
oldu) nerede olduğunu bilen yok. Beni mutlaka Babamın mezarına götürün
dedi. Olmadı, olamadı. Bu Kara Mustafa, dedemiz Kara Mustafa mı? Bilmiyorum.
Ama kim olursa olsun Babaannem bu ismi duyduğu için çok sevinmişti.
Babaannem Babasının Maydos’a gittiğini anlatırdı savaşmak için. O
zamanlar yaşlılar Eceabat ilçesine Maydos derlerdi nedense. Bu deyim uzun sürede
kullanıldı. Bazı iş yerlerinde çalışır iken işlerin bittiğini anlatmak
için;
“Çanakkale Maydos burası da Paydos” diyerek esprili bir şekilde kullanırlardı
bu kelimeyi. Maydos adı nereden gelir bilmem ama sanırım tarihteki adı böyle.
Birde o zamanlar kullanıldığı gibi günümüzde de kullanılan bir ifade
var. Semadirek. Bu kelimeyi genelde rüzgarın estiği yön olarak kullanırlar
ve rüzgar bu taraftan estiğinde yağmur ve kar getirdiğini söylerdi büyükler
ve bu devamlı da doğru olurdu.
Rıza dedemin yaşlı hallerini hatırlarım başında saçları bol miktarda
olduğu gibi beyaz olarak ta çok az vardı. Sakal ve bıyıkları birde favori
kısımları beyazlamıştı. Halihazırda babamın da öyle. Sıra bize gelince
görülecek. Bu evden hatırladığım başka bir şey yok. Birde aşağıda ki
bir dairede annemler toplanırlardı ve bende yaşıtım biri çocuk ile oynardım.
Daha sonraları taşındığımızı hatırlıyorum. Daha taşınmadan evvel
birkaç kere gidip gelmiştik bir eve. Burası babamın yaptırdığı bir ev
idi. Kapının önünde merdiven yerine kocaman bir taş vardı. Ben bu taştan
aşağıya inerek dışarıya oynamaya giderdim ama dönüşte yukarıya çıkamaz
taşın önünde kalırdım. Taş o kadar yüksekti benim için. Olayları mümkün
olduğu kadarı ile sırayla anlatmaya çalışacağım ama ne kadar buna sadık
kalırım bilemiyorum.
Yine bu yaşlarda iken Özbek köyüne dedemlere giderdik. Hep beraber olarak
tarlada orak biçerken yanımızda Sedat Amcam, Yıldız Halam vardı. Bunları
çok bariz olarak hatırlıyorum. Çünkü ara sıra Halam veya Amcam Erhan koş
bak kuş yuvası bulduk derlerdi. Bende koşarak oraya gider sözde kuş yuvasını
alır ayak altında kalıp zarar görmesinler diye onları tarlanın etrafında
dolaşarak koyacak yer arardım. Bulduğum yeri beğenmez daha emniyetli bir yer
arardım. Birde orak işi bittikten sonra bu ekinlerin tarladan harman yerine
getirilerek Düven tabir ettiğimiz işlem başlardı. Bu ekin yığınları bağlı
oldukları ekin saplarından kurtarılarak belirli bir yere serilir ve üzerine
düven dediğimiz yaklaşık iki metre boyunda yetmiş seksen santimetre eninde
ve altına çakılı vaziyette bir sürü çakmak taşı vardı. Bu taşların
yere bakan kısımları keskinleştirilmişti. Tahtaların üzerine sıra ile
dizilmiş olan bu taşlar bu aracın bir at veya daha başka hayvanlar ile çekilmesi
suretiyle devamlı olarak sapların üzerinde gezindikçe bu Buğday sapları
parçalanır içerisindeki buğdaylar dışarıya çıkarak samanların arasına
karışırdı. Daha sonra bu karışık samanlar rüzgarda savrularak buğday
taneleri dibe düşer ve işlem bitmiş olurdu. Bu işlemlerin tamamı yaklaşık
olarak bir ay kadar sürerdi. Çok uzattık saplar yere serildikten sonra üzerine
düven konur demiştik. İşte bu durumda saplar çok yüksek ve kabarık
olurdu. Bu zamanda iki adet at koşulur ve düven bu atlara çektirilirdi. Çünkü
atlar koşturularak çalışılırdı. Buda benim çok hoşuma giderdi. Bu
saplar bir miktar yassılaştığında atlar çıkarılarak bu defada bir adet
öküz konurdu ve bu hayvan yavaş adımlar ile akşama kadar bunların üzerinde
döner dururdu. Yazın ve öğlenin sıcağında bu düvenin üzerinde durmak
imkansızdı. Bu zamanda kayışları bana vererek beni oturturlardı ve ben
burada döner dururdum. Bu benim hoşuma gittiği gibi onların da işlerine
gelirdi. Ya başka bir iş ile ilgilenirler yada gölgeye çekilerek
dinlenirlerdi bir vakit. Hem tarlada hem de harman yerinde mutlaka bulunan bir
şeyi buraya aktarmayı uygun buluyorum. Kocaman bir testi (desti) denilen şey
vardı. Bunun içine su doldurularak ağzına uygun gelecek büyüklükte bir çam
kozalağı sıkıştırılırdı. Aklımda kaldığına göre bu kozalak yeşil
idi. Bu kozalak testinin ağzına kapatıldıktan sonra bunun üzerine de gövdesi
uygun şekilde kesilerek içindeki çekirdekleri boşaltılan bir susak denilen
şey kapatılır idi. Testinin üzerinde ise sıkıca sarılmış kalın bir çuval
vardı kahve renkli olan bu çuval ıslatılarak esintili bir yere bırakılırdı
ve su içmek için buraya geldiğimizde susak ele alınarak testinin ağzındaki
çam kozağından kapak çıkarılarak susağın içine su doldurulur iken
hafifi bir çam kokusu vururdu yüzünüze. İçmeye başladığınızda su tatlı
bir serinlikte idi ve daha çok çam ağacı kokusu gelirdi ağzınıza tatlı
bir lezzet vererek. Suyu içtikten sonra susak içerisinde kalan su olur ise
bunu d testinin üzerine sarılmış olan çuval parçasına dökerek ıslatırlardı.
Testinin soğumasını sağlarmış. Uzun yıllar sonra mesleğimiz icabı soğutma
işleri ile de meşgul olunca bunun buz dolaplarında kullanılan temel prensip
olduğunu öğrenmiştim. Çuval parçasının üzerinde su buharlaşarak uçar
iken testinin üzerindeki ısıyı alarak serinlemesine yardımcı oluyordu.
Hala susaktan içilen suyun testi üzerinde kapak yapılan çam kozalağı ağacının
kokusunu hatırlarım.
Kalede yapılan eve nasıl taşındık bilmiyorum. Arabamı tuttuk sırtta mı
taşıdılar hatırlamıyorum yalnız odanın birisinde biz oturuyorduk diğerinde
Anne Dedemler (Musa dedem) kalıyordu. Bu durumda aklımda kalan şey dedemlerin
kaldığı odanın pencereleri yoktu. Buraya cam yerine bir kilim serilmişti.
Bazen buraya geçtiğimde rüzgardan dolayı kilim açılıyor ve içeriye
serpinti halinde kar giriyordu. O zamanlar çok fazla kar yağıyordu. Evde bir
tanede koca nine vardı. Sanırım anne dedemin (Musa Dede) annesiydi. Yuvarlak
ve kalın camlı gözlükleri vardı. Odada bir sandalyede otururdu. Her kes
ondan çekinirdi. Bazen bizler yaramazlık falan yaptığımızda azar işittiğimizde
gözlüklü nine (Hatice) bizden yana olur herkesi sustururdu. Anneannem (Zeyneti)
tam bir köylü kadını idi.Çok yumuşak bir sesi vardı bizleri sever iken köy
ağzı ile konuşur bu da bizim hoşumuza giderdi. Gınalı Guzum (Kınalı
Kuzum) derdi bizleri sever iken.
Dışarısı (biz çocuklar olarak konuşur isek) boyumuzca kar yığılıyor saçaklardan
aşağıya sarkan buzların kalınlıkları kol gibi, uzunlukları da yaklaşık
olarak bir metreye yakındı. Dışarıya çıktığımızda Annemiz saçakların
altında pek fazla dolaşmayın yoksa kafanıza buz düşer diye uyarırdı. Biz
bu uyarıya peki derdik ama daha sonra saçak altlarına giderek elimize aldığımız
bir sopa yardımı ile bu buzlara erişerek düşürmeye çalışırdık eğer
başarılı olur isek bunu elimize alıp yalayarak yemeye uğraşırdık. Bu kış
günlerinde evlerde mutlaka Kar Helvası yapılırdı. Kar yağmaya başlayınca
biz hemen kar helvası isterdik ama ilk yağan kardan helva olmaz derlerdi.
Bunun anlamı kar yağar iken havadaki tozlar ile kaplandığından sağlıklı
olmaz bunun için daha sonra yağan karları beklerdik. Hele şiddetli bir kar
yağmaya başlar ise ki bazen birkaç gün sürerdi. İşte birinci gün kar yağmaya
başlayınca değil, devam eden ikinci gününün karları bir tabak içerisine
alınarak üzerine Pekmez dökülerek karıştırılır idi. Karların rengi
pekmez rengine dönüşürdü ve daha sonra bir kaşık yardımı ile bunları
yerdiniz. Kısaca tarif etmek gerekir ise kış gününün dondurması
diyebiliriz. Biz küçük olduğumuz için bizlere fazla yedirmezler idi hasta
olmayalım diye. Halbuki dışarıda kalın buzları kırarak yediklerimizi bir
bilseler.
Karşı çaprazımızda kalan komşu Aliye Ninenin evinin tarlaya bakan kısmında
biriken karlar benim boyumu geçerdi. Nedense o köşeye kar çok fazla
birikirdi kış günlerinde. Bu noktaya gelip avlu tabir edilen çalıların üzerine
çıkarak bu kar yığının üzerine balıklama atlar ondan sonrada “KAR
REVAN” içerisinde yuvarlanır dururduk ta çamura bulanana kadar.
Çok uzun zaman sonrasına kadar evimizin girişinde ana kapının girişinde
hemen sol tarafındaki kapının kasasına yapıştırılmış bir kağıt vardı.
Bunun üzerinde matbu olarak bazı yazılar vardı ve görevlilerin ara sıra
gelerek kapıyı çaldıklarını ve evde hasta olup olmadığını sorup daha
sonrada bu kağıdın üzerindeki bir haneye tarih atarak imzalarlar ve
giderlerdi. Ne kadar zamanda bir gelirlerdi bilmiyorum. Vatandaşın sağlık
sorunları ile ilgilenirdi devlet bu uyguladığı yöntem ile. Burada önemli
olan vatandaşların sağlıkları ile ilgilenmek miydi yoksa görevlilerin yaptığı
gibi öncelikle bu kağıtların imzalanması mı idi pek bilmiyorum.Ama o günlere
göre uygulanan bir yöntem idi bu.
Bu kadar küçük olarak hatırladıklarım pek fazla bir şey yok. Belki zaman
içerisinde hatırladıkça buraya aktarırım. Köşede Ali dayı ile Tongur
ninenin evi vardı. Mahalle pek kalabalık değildi. Ali dayının evin önünde
kare şeklinde antre gibi bir yer vardı. Oraya girdikten sonra evin giriş kapısına
geliyordunuz. İşte bu boşlukta köşe kapmaca oynardık. Bunu özelliklede yağışlı
havalarda yapardık. Birde kadınlar kışlık yiyecek hazırlıklarını burada
yaparlardı. Esen rüzgarın getirdiği tozdan korunmak için.
Kimler vardı benden başka. Arada biraz boşluk var herhalde. Beraber oynayıp
büyüdüğümüz arkadaşları şimdi sıralamaktansa yeri geldikçe ismiyle
bahsederek kadroya katmış oluruz. Yaz günlerinde annemle beraber itfaiyeye
babama yemek götürürdük. Yemekten sonra ben çay kıyısına iner elimde bir
sinek olta ile balık tutmaya çalışırdım. Demek oldukça küçüktüm ki
beni yalnız göndermiyorlardı. O zaman İtfaiye hemen çayın kıyısında Küçük
köprü tabir edilen köprünün hemen yanındaydı. Buraya gitmek hoşuma
gidiyordu. Çayda balık tutmaya çalıştığım gibi içerideki araçlara
binerek oynamakta oldukça keyifli oluyordu.
Yaz günlerinde akşam yemeklerinde kullanmak için soğuk suya ihtiyaç
oluyordu. İşte bu amaçla çarşıya gidilerek buz alınması gerekiyordu.
Hemen yakında olan çarşıdan buz almakta bana düşüyordu tabi. Kasaplar çarşısını
geçtikten sonra en sonda solda bu işlerin yapıldığı bir yer vardı. Şimdi
burada bir Peynir helvası yapan iş yeri var. Meşhur Laz’ın fırını
denilen yerin çaprazı. İçerisi çinko ile kaplanmış bir küvete benzeyen ağaçtan
yapılmış kocaman bir kasa gibi malzemenin içerisinde uzun bir şekilde hazırlanmış
ve ağaçların testere ile kesilmesinden meydana gelen talaşlar ile kaplanmış
buzlar, bir testere vasıtası ile kesilerek iple bağlanıyor ve elinize
veriliyordu. Siz onun suyunu akıtarak yolunuza devam ediyordunuz. Gidene kadar
erimiyordu. Küçük köprünün yoluna girdiğinizde sol köşede itfaiye olduğu
gibi sağ köşede de bir çeşme vardı. Bu çeşmede, satın aldığımız
buzu yıkayarak talaşlarından arındırıyorduk ve yemek esnasında sürahinin
içerisine atarak içme suyunun soğumasını sağlıyorduk. Bazen de kesilen
karpuzun üzerine kırılmış olan buzdan birkaç parça konarak serinlik sağlanıyordu.
İtfaiyede yemeği yedikten sonra ben etrafta dolaşmaya başlardım. Az evvel
bahsettiğimiz Çeşmenin arka tarafında bir boş alan vardı. Burada bir
tamirci dükkanı olduğu gibi yanılmıyor isem birde kalaycı dükkanı vardı.
Tam yola yakın olduğundan buradan geçer iken kalaylama esnasında ateşin üzerinde
yeterince ısıtılmış olan bakır kapların üzerine serpilen nışadırın
kokusu gelirdi burnunuza. Burada bulunan kalaycı dükkanının önünde her
zaman kalaylanması için bırakılmış bir sürü mutfak malzemesi bulunur ve
bunların içine kum doldurulup ovularak temizlenmesini izleyebilirdiniz. Daha
sonra kimyasal maddeler ile temizlenerek ateşin üzerine konulur ve kalaylama işlemi
devam ederdi. Birde mahalle arsında gezen seyyar kalaycılar vardı. Mahallede
uygun bir yere çadırlarını kurarlar ve burada işlerini yaparlardı. Bazen
de karısı veya kendisi yakın mahalleleri dolaşarak “Kalaycı geldi hanım”
diyerek geldiklerini haber verir kalaylanması gereken malzemeler var ise bunları
toplayarak çadırının yanına getirir ve işi bitince de geri götürüp
teslim ederlerdi. Geceleri de burada kalırlardı işleri bitene kadar. Uygun
bir yere yakılan küçük bir ateşe uzun bir borusu bulunan ve ucundaki kolu
çevrilince kuvvetli hava üfleyen bir seyyar körük vasıtası ile ateş
canlandırılarak malzemeler ısıtılarak kalaylanmaya hazır hale getirilirdi.
Ama daha evvel bahsettiğimiz kalaycı dükkanında ise çok daha büyük ve
uzun bir kol yardımı ile aşağı yuları hareket eden ve bu durumda körük
hacmi bir daraltılıp bir genişletilerek havanın ateşe gitmesi sağlanırdı.
Bu tür bir kalaycı mahalleye gelerek konakladıklarında biz çocuklar ateşin
etrafına biraz uzak mesafede sıralanarak seyrederdik bir süre. Yine o
zamanlar evlerde Bakırdan yapılmış olan mutfak malzemeleri çok bulunurdu.
Özellikle bu malzemelerin kesinlikle kalaylanması gerekiyordu. Çünkü kalayı
bozulmuş olan mutfak malzemelerinin insanları zehirlediklerini çok sık
olarak duymaktaydık. Akşamdan bakır tabak içerisinde bırakılan yiyecek
cinsine göre de çabuk veya geçte olsa bozularak zehir üretmeye başlar ve
bunu fark etmeden içindeki malzeme yenildiğinde mutlaka zehirlemekteydi. Bu tür
zehirlenmelerde yemek sindirilip zehir kana geçtiğinden sonra fark edildiğinden
tedavisi çok zor olduğu gibi kurtulması da oldukça zor oluyordu. Çok sık
olarak bu tür zehirlenme olaylarını çevremizden işitiyorduk. Babam bu
konuda çok titiz olduğundan en ufak bir olayda hemen bu malzemelerin
kalaylanmasını sağlardı. Daha sonralar Alüminyum mutfak malzemeleri
piyasaya çıkınca herkes kalay ihtiyacı olmayan ve içerisinde yiyecek
maddesi kalınca ölümcül zehirlenmelere yol açmayan bu yeni malzemeye akın
etti. Bütün evleri bu maddeden yapılmış malzemeler doldurmaya başladı.
Bunlar tencereler, sahanlar, sürahiler, bardaklar, yemek tabakları, güğümler
ve kovalar v.s. aklınıza ne geliyor ise. O zamanlar çok hızlı bir şekilde
herkes bu malzemeleri almaya başladı. İlk zamanlar çok cazip olmasına rağmen
yıllar sonra Alüminyumun Alzemayir hastalığına sebep olduğu anlaşıldı
ama iş işten geçmişti. O kuşak insanlarında çok çabuk bunamalar başladı.
Zaten bu hastalığın en büyük özelliği de bu.
İtfaiyenin dış tarafında (koca köprüye bakan taraf) boş bir arazi parçası
vardı. Burada belirli günlerde hayvan pazarı kurulurdu. Çok kalabalık
olurdu. Buranın tam karşısında bir değirmen vardı ve buraya arabalar ile
buğday getirirler ve arabalarını buraya çekerek buğdayların öğütülmesini
beklerlerdi veya hayvan pazarında işlerini hallederlerdi. İnsanların bazıları
köylerinden kendi binek hayvanları ile geldiği gibi birde kendilerine ait
olan At Arabası denen türden arabaları olurdu. Önde bir kişi oturur ve
arabayı kullanırdı Arkada oturan kadınlar ve çocuklar olurdu genelde.
Erkekler bu tür arabalara pek binmezler ya arabayı kullanırlar ya da at üzerinde
gelirlerdi. Çeşitli cins hayvanlar buraya getirilir kıyasıya pazarlıklar
ile satış yapılırdı Çeşitli cins hayvanlardan atlar, hemen onun yanında
katırlar ve eşekler daha ileride sığır ve inekler daha ileride ise koyunlar
ve keçiler v.s gibi idi. Ama benim en çok hoşuma giden taraf atların bulunduğu
yerdi. Burada atları çeşitli şekillerde kontrol ederler ondan sonra üzerine
binerek atı koşturup denerlerdi. Atların ayaklarına bakarlar başını sağlam
bir şekilde tutarak ağzını açarak dişlerine bakarlar karnına bastırarak
kontrol ederlerdi. Bazen kısa boylu kısa bacaklı bodur atlar vardı ama
bunlar çok seri hayvanlar idi. Üstüne binildiğinde kısa bir süre içerinde
koca köprünün altından geçerek bir tur atıp geliyordu. Ama bazı hayvanlar
vardı ki uzun bacakları olduğu gibi boynu ve vücudu da oldukça uzun idi ve
daha karşıdan bakıldığında kendisini gösteriyordu. Birde bu atların üzerine
konulan uygun koşumlar ile albenileri daha da artardı. Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim.
Mademki atlardan bahsettik devam edelim. Mahallede bulunan Hamidiye denilen
askeriyenin içinde atlar vardı ilk zamanlar. Fakat bu atlar oldukça farklı
yaratıklardı. Bir kere toynak denilen ayakları oldukça kocaman idi ve
ayaklarının hemen üzerinde yani paçalarında aşağıya doğru sarkan uzun tüyler
vardı yelesinin renginde. Bacakları ve boynu çok kalın idi. Yolda yürür
iken diğer atlara göre daha farklı sesler çıkarıyordu ayakları. Daha
sonraları bunların İngiliz atları olduğunu adına “KATANA” denildiğini
öğrendim. Bu atları kuvvetli bacaklarından dolayı “TOP ARABALARI” çekmekte
kullanırlarmış. Bazen askerlerin bunların üzerlerine binerek askeriye içerisinde
gezdiklerini hatırlarım adım attıklarında paçalarından sarkmakta olan
yele cinsi kıllar güneşin ışığı ile birlikte değişik renklere bürünüyordu
sanki. Dönelim gene konumuza. Az evvel bahsettiğim türde arabalarda burada alınıp
satılırdı. Bu benim için ilginçti. Binek arabaları denilen bu at arabaları
bu tür günlerde satılır alınırdı buralarda. Bazıları oldukça bakımlı
ve temiz olup rengarenk boyaları ile oldukça göz alıcı olurlardı. Hele
kurban bayramları öncesinde koca köprünün altında hazırlanan özel
yerlere kurbanlık hayvanlar konulur gündüzleri buradan satılır akşamları
da hayvanlar burada kalırdı satılana kadar.
Birde bunları getirenler ile almaya gelenlerin kıyafetleri hoşuma giderdi.
Ayakta haki renkli bir külot pantolon, üzerinde beyaz bir gömlek. Onun üzerinde
siyah bir yelek, yeleğin üzerinde parlak zincirli bir köstekli saat. Başta
bir tane koyu renk kasket ve En altta yani ayaklarda ise iyice cilalanmış pırıl,pırıl
parlayan körüklü çizme. Hepsinde olmamasına rağmen bazıları bu körüklü
çizmelerin üzerine, uçlarında sivri yıldızlar bulunan mahmuzlar takarlardı.
Bunlar yürürken şangır şungur diye ses çıkarırdı. Bunları seyretmek çok
hoşuma giderdi. Özbek köyünden Rıza dedemin de bu tür bir kıyafeti vardı.
Bize geldiğinde ben bu körüklü çizmeleri giymeye uğraşırdım. Birde
dedem bize geldiğinde mutlaka kıyma getirirdi ve çabucak hazırlanan kıymalı
yumurtayı hep beraber oturup yerdik. Yemekten sonra dedem cebinden parlak tütün
tabakasını çıkararak yabancı bir gazeteden kesilmiş bir miktar gazete kağıdına
bunun içerisinden aldığı tütünü koyarak sarar ve bir kıyısını diliyle
ıslatıp yapıştırır ve bu sigarasını ağzına koyduktan sonra cebinden
daha acayip bir parça çıkarırdı. Bu parça parmak uçları ile tutulan
kahverengi bir pamuk parçasına benzeyen nesneyi bir taş ile beraber tutarken
diğer eli ile de tuttuğu ve kıvrılarak çok güzel şekil verilmiş olan bir
çelik parçasını bu taşa vurarak kıvılcım çıkmasını sağlardı. Birkaç
vuruştan sonra bu koyu renkli pamuğa benzeyen ve adına “KAV” denen madde
üzerinde kendisine özgü kokusu ile minicik bir ateş parçası belirir ve
buna birkaç kez üfleyip üzerindeki ateşi biraz daha kuvvetlendirerek sigarasının
ucuna deydirir ve kalanını da kül tablasının içine atardı. Ne anlatmaya
çalışır iken hatıralar beni nerelere götürdü. Bu anlattığım
zamanlarda bol miktarda kibrit vardı, muhtar çakmağı denilen benzinli çakmaklar
vardı yandığında yoğun bir is tabakası çıkaran ama eski insanlar dediğimiz
o günün yaşayanları nedense bu bir çelik parçası ve taş ile yakılan
“KAV”dan yakarlar idi sigaralarını. Uzun yıllar sonra bu hatıraları
yazmak için yapılan araştırmalarda benden daha büyük olan başka yaşlılarla
konuşulduğunda bu “KAV” maddesinin yanar iken kendisine özgü bir koku çıkardığını
bu madde ile sigara yakıldığında bu kokunun da sigaraya geçerek hoş bir
aroma verdiğini anlatırlardı. Ben onlardan aktarıyorum. Neyse geçelim.İşte,
bu itfaiyenin yanındaki boş alanda bu faaliyetlerin kurulmadığı zamanlarda
etrafta gençler buldukları bir top ile futbol maçı yapmaya çalışırlardı.
Bazen de cambaz tabir ettiğimiz çadırlar gelir burada akrobasi ve sihirbazlık
gösterileri yaparlardı. Bizde annemle beraber babama yemek getirip hep
birlikte yedikten sonra buraya gider babam ücretini ödeyince içeride
kendimize bir yer bulup otururduk. Buradaki insanlar gergin tel üzerinde yürüme
gösterileri atlayıp zıplama, eğilip bükülme gibi şeyler yaparlardı. Bu
hareketler normal insanların kolay olarak yapamayacağı şeylerdi.Kısacası
akrobasi yaparlardı. Basit sihirbazlık gösterileri yapılır ve hayretler içerisinde
kalır bu insanların gerçekten doğa üstü olduklarını sanırdık. Bunlar
bittikten sonra cambazhanenin en güzel numarası ve herkesin göz bebeği olan
BONCUK meydana gelir yaptıkları salaklıklar ile ve yeri geldiğinde akıllı
davranıp yeri geldiğinde acemi bir cambaz numaraları yaparken yeri geldiğinde
de en tehlikeli numaraları çok büyük bir ustalık ile yapardı. Ben lafı çok
uzattım ama kısaca anlatmak gerekir ise tam bir palyaço olarak görev yapardı.
Yukarıda anlatılan hareketleri yaparken bunların içerisine komedi sokar
bizleri gülmekten kırar geçirirdi. Kendine özgü sesi ile boncuk şarkısını
Oy farfara, farfara,
Ateşte koydum mangala,
Ayşe de Fatma dostum var
Çalkala Boncuk çalkala..” söyler ,sıkıştığında pantolonunun arka
tarafına yani tam kıçının üzerine yerleştirmiş olduğu bir minik kırmızı
lambayı yakarak espriyi arttırırdı. Çalkala boncuk çalkala derken hem çalkalar
hem kıçında lamba yakar hem de bacakları tir,tir titrerdi. Çünkü bunu
yerden bilmem kaç metre yukarıda gerilmiş bir telin üzerinde yapardı. Bu günlere
göre çok basit ama o günlerde bizleri hayrete düşüren küçük sihirbazlık
numaraları yaparlardı. Bu çadır içerisinde sihirbaz olarak görev
yapanlardan birisi bir gece çok tehlikeli bir numara yapmıştı. Programın başında
herkesin gözü önünde kazılan yaklaşık olarak bir metre kadar derinliği
olan bir mezara bu sihirbazı gömdüler ve programın sonuna kadar burada kaldı.
Gömülür iken yanına bir tane mikrofon vermişlerdi dolayısı ile zaman,
zaman buradan konuşuyor espriler yapıyordu. O zamanlara göre iyi bir numara
idi. Bu çadır gösterileri geldiğinde bir de kiralık üç tekerlekli
bisikletler olurdu. On kuruş verdiğiniz zaman itfaiyenin yanından koca köprüye
kadar bu bisiklet ile gider gelirdik bir kere. Çabucak bitmesin diye yolu
zigzaglar halinde gider biraz sonrada bisikletçinin ıslığını duyunca düz
olarak devam ederdik yolumuza. Bazen yirmi beş kuruş verir üç defa için müsaade
etmesini isterdik. Onlarda bu müsaadeyi verirlerdi. Eğer şansınız var ise
kromajları parlayan ön tekerleği yanında bir bayrak bulunan ve parmağınız
ile oynattığınızda çalan bir zili olan bisiklete binerdiniz ki havadan yanımıza
varılmazdı. Şimdilerde kalmadı bunlar. Yani bisiklet kiralama işlemleri.
Çünkü her kesin bisikleti var artık. Bir keresinde buraya bir sihirbaz gelmiş.
Öyle büyük bir sihirbaz imiş ki annem çok sık olarak anlatır, anlatır
iken hala heyecanlanır idi. Ben hatırlamıyorum tamamen annemin anlatmasına göre
aktarayım dedim. İçeride bir numara yapar iken gazete kağıtlarını yırtarak
paraya çevirip insanlara dağıtmış. Hem de istediğiniz kadar alın diyerek
bol,bol vermiş insanlara. Daha sonra bu paraları istediğiniz gibi kullanın
diyerek başka bir oyuna geçmiş. Seyircilerden cebinde çakı olanların çıkarmasını
istemiş. O zamanlar hemen her kes cebinde mutlaka bir çakı taşırdı irili
ufaklı olarak. İnsanlar çıkarınca şimdi sizleri bir üzüm bağına (bahçesine)
götüreceğim orada en beğendiğiniz üzüm salkımını eliniz ile tutun ama
ben söylemeden sakın kesmeyin diyerek uyarmış. Bu olayı sahneye çıkardığı
birkaç kişiye değil bütün seyircilere yapmış. Neyse insanlar üzüm bağına
girince evet şimdi üzüm salkımlarını tutup beni bekleyin deyip işte o
arada ne yaptıysa bir bakıyorlar bütün insanlar bir elleri ile burunlarını
tutmakta diğer ellerindeki çakıları buna dayamış olarak beklemekte Buna
benzer bir sürü oyun yapıldıktan sonra sıra çıkışa geldiğinde her
kesin aklı fikri az evvel sihirbazdan aldıkları oldukça yüklü miktardaki
kağıt paralarda. Annem tam kapıdan çıkar iken elimde tuttuğum kağıda
baktığımda hala para olarak durmaktaydı. Çadırdan ayrılmam ile beraber
para tekrar gazete kağıdına döndü diyerek anlatırdı. Ondan sonrada sanırım
adı Sati Sungur idi derdi. Ben buna yetişemedim. Sihirbaz ve cambaz çadırlarının
yanında Langırt tabir edilen oyun masaları da kurulurdu. Futbol maçının
masaya uyarlanmış bir şekli idi ve o zamanlar oldukça popüler bir oyun idi.
Oldukça iddialı oyunlar yapılır bizlere de bunları seyretmek kalırdı.
Bunların olmadığı zamanlarda çay boyunda bulunan ve çay mahallesi dendiği
gibi çingene mahallesi de denilen yerde yaşayan insanların(Bu ifadeleri
kesinlik ile küçümsemek için kullanmadım) hemen, hemen bana yaşıt ve
benden çok az büyük olan çocukları ellerine aldıkları müzik aletleri
(Keman ,gırnata (klarnet), darbuka ve davul) ile bu kıyıda bu aletleri çalmaya
uğraşırlar belirli bir şekilde öğrendikten sonrada bir kaçı bir araya
gelerek o günlerin moda şarkılarını çalıp söylerlerdi. Bu arada yanlış
yapan olunca onu hemen fark ederek doğru çalması için uyarırlar o yanlış
yapılan yer üzerinde çalışılır ve tekrar kaldıkları yerden devam
ederlerdi. Bunların içerisinde bugünün meşhurları Çanakkaleli, kardeşler
v.s gibi kişiler vardı. Bende duvarın üzerinde bir kıyıya oturur bunların
çalışmalarını izlerdim. O zamanın meşhur şarkısı (Sevda yüklü
Kervanlar) Hoşuma giderdi. Yine o zamanlar Kara Hasan tabir edilen bir gırnata
(Klarnet) ustası vardı ki anlatılamaz. Düğünlere onun çağırılması ve
Kara Hasanın bunu kabul ederek o düğünde çalması gerçekten bir ayrıcalık
idi. Onun olduğu düğünlerde her kes gerçekten doyardı müziğe ve o
zamanki köy düğünlerinde hiç uyumadan üç gün klarnet çaldığı söylenirdi
görenler tarafında. Az evvel yukarıda bahsettiğim çalgı antrenmanları
yapanların birkaç sanırım onun çocukları idi. Bunlardan biriside yine pek
emin değilim ama adı Engin idi ve babası gibi büyük bir klarnet ustası
olarak Çanakkale adını Almanyalara kadar götürmüştü. Yukarıda anlattığımız
küçük çalgıcılar kısa bir çalışmadan sonra oyun havası çalmaya başlayarak
kendileri gibi etrafı da neşelendirirlerdi hem çalıp hem söyleyip hem de
oynayarak. Seyretmekte olan kız çocuklarda kendilerinden geçercesine
oynayarak etrafı neşeye boğarlardı. Mademki bu mahalleye geldik o zaman
burası ile ilgili birkaç gözlemimizi aktaralım. Bir kere her zaman müzik
ile yaşayan bu insanlarımız çok sık olarak birbirleri ile kavga ederler di.
İşte bu kavgalar tam seyirlik bir oyun halini alırdı. Her iki tarafta bir
birlerine çingene diye hitap ederler ama kendilerinin çingene olduğunu kabul
etmezlerdi. Aklımda kaldığı gibi bu tür bir kavgayı aktarmaya çalışayım.
Kavga genelde çocukların kavga etmesinden dolayı çıkardı. Birisinin çocuğu
bir diğerinin çocuğuna vurunca ve o çocukta eve gelerek bu olayı annesine
aktardığında kavga başlardı. Bu kavgalara genelde erkekler karışmaz olay
sadece kadınlar arasında olur biter ve sonlandırılırdı. Bu arada çevredeki
bütün komşular kapının önüne çıkarak veya pencerelerinden olayı
izlerler zaman zamanda olaya haaa! Evet ! gibi tasdikler ile pasif olarak karışır
ama her neden ise iki tarafa da aynı cevabı verirlerdi. Kavga çocuğun olayı
annesine anlatması ile başlar demiştik ya olayı duyan kadın hemen kapının
önüne çıkarak !.
-Pis çingane sen kim oluyorsun da benim aslan parçası oğlumu dövüyorsun
diyerek olayı başlatır,
-O çocuk geleceğin en büyük artisti olacak eğer bir daha dokunursanız
sizin ağzınızı caaart! Diye yırtarım diyerek...! İlk hamleyi başlatırdı.
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim çocukların isimleri genelde Cüneyt, Türkan,
Ayhan, Bahar, Belgin, Göksel v.s gibi artist isimleridir. Bu sataşmayı duyan
karşı taraf;
--Sen kimsin ki bana kafa tutuyorsun daa (daha) geçen gün gelip de benden
tencere istemedin mi şimdi bana bağırıyorsun be !.....
deyince öbür taraf
–Hoşt köpek ben senin o pis tencerene mi kaldım benim aslan gibi kocam bana
en iyisini aldı...!
diyerek hemen içeriye girer ve eline almış olduğu tencereyi havaya kaldırıp
gösterdikten sonra itina ile yan tarafta bir yere koyarak beklemeye başlardı
tenceresine sevgi ile bakarak.
--Hadi be senin sarhoş kocan ayağına don alamıyor ki bunu alsın kim bilir
nereden çaldı.
--Sen kendi kocana bak. Da aaa..(daha) yeni çıktı mapıstan (hapisten), ırsızlıktan
(hırsızlıktan) yatmadı mı altı ay. Komşulara dönerek üyle değil mi marı?
Olayı seyretmekte olan komşular başlarını sallayarak tasdik ederler
--Benim kocam ırsızlıktan değil kavgadan girdi bikerem içeri. Komşulara dönerek
üyle değil mi marı?...
Komşular hiç seslerini çıkarmadan başlarını sallayarak tasdik ederler
olayı tekrar.
--Tabi ya çaldıklarını paylaşamayıp kavga ettiler de ondan girdi mapısa.
Kavga bu şekilde sürer gider di bir süre, daha ne cümleler kullanılırdı
anlatılamaz ama bu kavga devam eder iken olayın en ilginci az evvel kavgayı
başlatan çocuklar tekrar bir araya gelerek oynamaya başlamışlardır bile. O
zamanlar bu mahalleye Polis bile giremez derlerdi. Ne kadar doğru olduğunu
bilmiyorum ama ben çok kereler geçmeme rağmen hiç kimse tarafından rahatsız
edilmedim. Mahalle içerisinde çok sık olarak kavgalar olmasına rağmen
yinede birbirlerine oldukça bağlı insanlardır. İçlerinden birisi hastaneye
yattığında veya karakola düştüğünde bütün mahalle bir an önce oraya
koşarak yapabileceklerini yaparlardı. Eğer o kişi karakolda ise onu
kurtarmak için bütün imkanlarını kullanırlardı. Eğer hastanede yatan
olursa olayı ilk duydukları anda hemen hastaneye koşarak onu ziyaret
ederlerdi. Hastaneye kadar normal olarak gelirler hasta kişinin kendilerini görebileceği
veya duyabileceği bir yere geldiklerinde yüksek bir ses ile ağlamaya dövünmeye
başlayarak sevgilerini gösterirler ve hastanın yanına çıkarak bilgi alırlar
idi. İşte bu durumda Polis bile durduramaz bir an önce ziyareti bitirip
gitmeleri için ellerinden geleni yapardı hastane personeli. Hastayı ziyaret
edip oradan ayrıldıktan sonra artık görülmeyecekleri yere gelince tekrar
eski hallerine dönerler ve şarkı söyleyerek devam ederlerdi yollarına.
Diğer bölümleri okumak için