Kapitalizm
1930’ların tüm teorik kehanetlerine meydan okuyarak, kendini alabildiğine
yeniden güçlendirdi ve ll. Dünya savaşından bu yana görülmemiş bir
esnekliğe kavuştu. Aslında kapitalizmin şu ana kadar izlediği toplumsal yörüngesinden
bahsetmek yerine, en “olgun” şeklinde
oluşan kapitalizmin ne olduğunu açık olarak tanımlamamız gerekmektedir.
Ancak, burada açıkça iddia edeceğim şey, kapitalizmin bir zamanlar bir toplum
içinde var olan pek
çok kapitalizm öncesi toplumsal ve politik oluşumlarla çevrili bir ekonomiden,
kendisini “iktisadileşmiş” bir topluma dönüştürdüğüdür. Tüketimcilik
ve endüstirializm
gibi terimler,
sadece yaygınlaşan bir burjuvalaşmayı anlatmak için kullanılan obscurantıst
örtmece terimler değildir. Bu terimler mallara ve gelişmiş teknolojilere
sahip olmak için duyulan basit bir isteği değil, ancak meta ilişkilerinin
–piyasa ilişkilerinin- rekabetçi, biriktirmeye dayalı bütünüyle gayri
ahlaki insan ilişki biçimlerine, eğer bu bir sığınma değilse, bir kez değişik
derecelerde direnişte bulunan toplumsal hareketlere ve yaşam alanlarına da
yayıldığını ifade eder. Piyasa
değerleri giderek artan bir şekilde ailesel, eğitimsel, kişisel, hatta
tinsel ilişkilere sızmış ve iş yaşamı davranışlarıyla karşıtlık içindeki
karşılıklı yardımlaşma, idealizm, ve ahlaki sorumluluk gibi kapitalizm öncesi
gelenekler arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir.
Bir çok yeni muhalefet tarzı içinde- Yeşiller, özgürlükçüler ve
genellikle radikallerde- toplumun burjuvalaşmasına yaşamın her düzeyinde
karşı çıkmak amacıyla, alternatif yaşam alanları açılmasının gerekli
olduğunu benimseyen bir anlayış vardır. “Toplum”, “politika”, ve
“devlet” arasındaki ilişkiler önemli bir konu olarak programatik önceliklerden
biri haline gelmektedir. 1960’ların karşıt kültüründen beslenen komünler,
kooperatifler ve mahalli hizmet organizasyonlarının- tam anlamıyla ortaya çıkmadıklarında
kolayca butik tipi faaliyetlere dönüşerek yozlaştırılabilen yapıların-
ötesinde radikal bir kamusal alan yaratma olanağı var mıdır? Acaba kamusal
alan, değişim,eğitim, yetkilendirme ve en sonunda kurulu düzen ile savaşabilecek
çelişen güçlerin etkileştiği bir alan olabilir mi?
Kamusal
alan
kavramı sınıfsal
alanın geleneksel
radikal fikirleriyle karşıtlık halindedir. Özellikle Marksizm tanımlanabilir
bir “kamu”, ya da iki yüzyıl önceki demokratik devrimler dönemindeki
“halk” kavramlarının varlığını inkar etmiştir. Çünkü bu görüş,
görünürde özgül sınıf çıkarlarını gözden saklamıştır- bu çıkarlar
nihayetinde burjuvaziyi proleterya ile amansız bir çatışma haline getireceği
varsayılan çıkarlardır. “Halk”, Marksist teorisyenlere göre, bir şey
ifade etmiyorsa, onlara, girmeyi şiddetle arzuladıkları kapitalist sınıfın
saflarında yer alması beklenen ve eninde sonunda işçi sınıfı tarafından
da saflarında yer alması için zorlanacak olan soyu tükenen, biçimlenmemiş,
tanımlanmamış dar kafalı burjuvalar- geçmişin ve geçmiş devrimlerin bir
mirası- olarak görünmektedir. Proleterya sınıf bilinci aşamasına ulaştığında,
özellikle genel bir ekonomik krizde ya da
kapitalizmin içsel “kronik” krizleri esnasında bu belirsiz orta sınıfı
bir kez massettiğinde, eninde sonunda insanlığın genel çıkarlarını ifade
edecektir.
1930’lar, grev dalgaları, işçi ayaklanmaları, devrimci ve faşist
gruplar arasındaki sokak çatışmaları, kanlı bir sosyal ayaklanma ve savaş
beklentisi ile bu görüşü doğrular gibidir. Ancak bu geleneksel radikal görüşün
günümüzün gerçekliği olan düzenlenmiş kapitalist sistem- ekonomik olduğu
kadar kültürel ve ideolojik olarak da düzenlenmiş bir kapitalist sistem- ile
yer değiştirdiğini görmemezlikten gelemeyiz. Her ne kadar yaşam standartları
milyonlarca insan için yıpratıcı olsada, eşi görülmemiş bir olgu hala
karşımızda durmaktadır; kapitalizm yaklaşık yarım yüzyıldır “kronik
krizler”den bağımsızdır. Ne de gelecekte Büyük
Bunalım ile karşılaştırılabilecek
önceden tahmin edilebilir bir krize dair işaretler vardır. Kapitalizm,
muhtemelen yeni bir toplum için genel bir çıkar yaratacak, uzun dönemli bir
ekonomik çöküşün içsel kaynaklarından uzak, krizlerle başa çıkma
konusunda geçmiş elli yıldan ve “tarihsel
egemenlik” dönemi olarak anılan
geçmiş yüzyıldan çok daha başarılıdır.
Klasik endüstri proleteryası
I.Dünya’da sayısal olarak (sosyalistlerin kapitalizm ile karşı karşıya
gelişlerindeki tarihsel locus classicus),
sınıf bilinci anlamında, hatta tarihsel yegane sınıf olarak politik bilinç
anlamında da zayıflamıştır. Marksist teoriyi maaşlı insanları da
proleteryaya dahil edecek şekilde yeniden yazma çabaları, sadece duyarsızca
değil aynı zamanda bu çok farklı orta sınıf nüfusunun kendisi ve piyasa
toplumuyla olan ilişkisini kavramasıyla da açıkça tam bir zıtlık
halindedir. Kapitalizmin gelişiminin kendi var oluşu ile çelişmesinden dolayı
“içsel” bir çöküşe uğruyacağı umuduyla yaşamak, günümüz koşullarında
bir illüzyondur.
Ancak daha önce de
belirttiğim gibi, kapitalizmin radikal bir toplumsal değişim yolunda genel
bir insani çıkar oluşturacak bir krizin- ekolojik bir krizin- dışsal koşullarını
yarattığına dair dramatik işaretler vardır. Rekabetçi ve yayılmacı bir
tabanda yer alan “büyü ya da öl” mantıklı piyasa sistemi etrafında
organize olan kapitalizm, doğal dünyayı yok edecektir- toprağı kuma çevirecek,
atmosferi kirletecek, gezegenin tüm iklimsel dokusunu değiştirecek ve belki
de dünyayı karmaşık yaşam biçimleri için uygunsuz hale getirecektir. Aslında
kapitalizm ekolojik bir kanser olduğunu göstermektedir ve sayılamayacak
kadar uzun bir zamanda ortaya çıkmış karmaşık ekosistemleri basitleştirecektir.
Eğer kendi içinde bir sonuç olarak- organik dünyayı yok etme ve biriktirme
yarışı tarafından zorlanan- akılsız ve sonsuz büyüme, maddi, etik ve kültürel
farklılıkları kesen problemler yaratıyorsa, “halk” ve “kamusal alan”
kavramları yaşayan tarihsel gerçeklikler halini alabilirler. Bundan dolayı,
yeşil hareket ya da en azından bazı radikal ekolojik hareketler her yönüyle
geleneksel işçi hareketi ile kıyaslanabilecek düzeyde benzersizlik, tutarlılık
ve politik önem kazanabilirler. Eğer proleter radikalizmin yerlemi(locus)
fabrika ise ekolojik hareketinki topluluktur(community): mahalle, kent ve yerel
yönetimlerdir. Geliştirilmesi gereken yeni bir politik alternatif, ne
parlementarizm ile ne de karşı kültür aktiviteleri ve sadece özel olarak seçilmiş
bazı kişilerle sınırlandırılan doğrudan
eylem ile oluşturulmalıdır. Aslında, doğrudan eylem – doğrudan eylemin
en yüksek biçimi olarak, toplumun kaderini belirlemede insanların tam
yetkilendirilmesi- tam katılımcı demokrasiye dayanan toplumun kendi kendini yönetme
biçiminde, bu yeni politika ile içice geçmelidir.
Bu tür radikal eğilimleri beslemek, teorik açıdan güçlendirmek ve
onlara tutarlı radikal bir bakış açısını kazandırmak samimi radikallerin
büyük bir sorumluluğudur. Burjuvalaşmaya doğru sürüklendiğimiz bir çağda,
hareketleri yıkan sadece günlük hayatın metalaşması değil, aynı zamanda
bu metalaşmaya ve onun büyük örgütlü (cooptation) güçlerine muhalefet
etmek için gerekli olan bilinçliliğin eksikliğidir.
Şu
an bu bilinçliliğe somut bir biçim ve gerçeklik vermek büyük bir
gerekliliktir. 1960’lar egemen kültüre direnmek için karşı kültür
hareketlerini yükselişe geçirmişse, yüzyılımızın yaklaşan yılları da
merkezi devlete karşı koyabilmek için halka ait karşı-kurumları bir ihtiyaç
haline getirmiştir. Bu kurumların özgül biçimleri bulunulan yörenin
gelenekleri, değerleri, ilgileri ve kültürüne göre çeşitlilik gösterebilir.
Ancak yeni kurumlara olan gerekliliği, daha uzun vadede ise yeni bir radikal
politikaya olan ihtiyacı geliştirmek isteyenler, belirli temel teorik
dayanakları açıklığa kavuşturmak zorundadır. Politika
yı bir kez daha tanımlama gerekliliği- gerçekten ona geçmişteki anlamından
daha geniş bir anlam verme- pratik bir zorunluluktur. Radikallerin bu ihtiyacı
karşılamaktaki yetenekleri ve gönüllükleri, Yeşiller gibi hareketlerin
geleceğini ve temel toplumsal değişiklikler için tutarlı bir güç olarak,
var olacak radikalizmin olanaklılığını belirleyecektir.
Temel kurumsal alanlar- toplumsal, politik ve devlet- birbirlerinden net
olarak ayırt edilebilmelidir. Toplumsal alan açıklıkla politik alandan,
politik alan da devletten ayrılabilir olmalıdır. Fakat bugün, tarihsel
olarak gölgelenmiş bir dünyada, bu kavramlar muğlaklaşmış ve mistikleşmiştir.
Günümüzde ekonominin artan oranda toplumu soğurması gibi politika da devlet
tarafından soğurulmuştur. Eğer ekolojik yıkımdan bahsedecek yeni ve gerçek
bir radikal hareket doğacaksa ve eğer ekolojik yönelimli bir toplum, insanlar
üzerinde olduğu gibi doğa üzerindeki tahakküme son vermek istiyorsa, bu süreç
durdurulmalı ve tersine çevrilmelidir.
Her zaman günümüzdeki biçimleri ile var olsalardı toplum, politika
ve devleti tarih-dışı olarak düşünmek kolay olurdu. Ancak gerçek şudur
ki; her biri karmaşık bir gelişim süreci
izlemiştir ve bu onların toplumsal teori ve pratikteki önemlerini açıkça
anlayabilmemiz için bilinmelidir. Bugün çoğunlukla politika
olarak adlandırdığımız şey, aslında parlamenterleri, hakimleri, bürokratları,
polisi ve ordusuyla devlet aygıtı çevresinde yapılanmış devlet-yönetimidir
ve benzer şekilde, devletin zirvelerinden en küçük topluluğa kadar yeniden
üretilerek çoğaltılan bir görüngüdür. Fakat politika
terimi, Yunanca etimolojisi olarak, polis’lerinin
doğrudan yönetiminde kendini yetkili
hisseden, bilinçli yurttaşlar tarafından oluşturulan kamusal alanı ifade
eder.
Toplum
sırasıyla, görece özel bir alan, ailesel yükümlülüklerin, arkadaşlığın,
kişisel bakımın, üretimin ve yeniden üretimin alanıydı. Sadece insan
grupları olarak ortaya çıkışından, son derece gelişmiş kurumsal biçimlerine
kadar tam anlamıyla toplum dediğimiz toplumsal yaşam, aile ya da oikos
etrafında yapılanmıştı. (Ekonomi, aslında, ailenin yönetiminden çok
az farklılık ifade ediyordu.) Nüvesi erkeğin sivil dünyası tarafından
tamamlanan kadının evsel alanıydı.
İlk insan topluluklarında hayatta kalmak, koruma, ve bakım ile ilgili
en önemli işlevler evsel alanda ortaya çıkmıştır, sivil hayat büyük ölçüde
hizmet alanı olarak var olmuştur. Bir kabile (terimi klanları ve zümreleri içerecek
şekilde geniş anlamı ile kullanacak olursak) birbirlerine kan, evlilik ve, yaşa
ve işe dayanan işlevsel bağlarla örülmüş gerçek bir toplumsal varlıktır.
Bu kuvvetli merkezcil güçler, yaşamın biyolojik gerçeklerinden kaynaklanmış
bu toplulukları bir arada tutmuştur. Bu onlara öyle bir içsel dayanışma
duygusu vermiştir ki, büyük ölçüde grubun “dışındakiler” ve
“yabancılar” dışlanmıştır. Yabancıların kabulü ancak, konukseverlik
kuralları ve savaşın artan bir öneme sahip olduğu durumlarda savaşçıları
yeni üyelerle takviye etme ihtiyacına bağlıydı.
Kayıtlı tarihin büyük bir bölümü erkek sivil alanın büyümesi ve
bunun evsel ve sosyal hayata yayılışının toplamıdır. Erkekler kabile içi
savaş ve avlanma sahaları üzerindeki çatışmaları sonucunda, ilksel
topluluk üzerinde artan bir otoriteye kavuştu. Belki de bundan daha önemli
olan, tarımsal alanda çalışan insanlar daha büyük toprak parçalarını
kendilerine tahsis ettiklerinden avcı insanlar kendilerini ve yaşam koşullarını
güçlendirme ihtiyacı duydular.
Bu farklılaşmış sivil alandan (sivil
kelimesi burada tekrar en geniş anlamıyla kullanılıyor) politika ve devlet
doğmuştur. Fakat bu, politika ve devlet-yönetiminin başlangıcından beri
aynı olduğunu söylemek değildir. Eski sivil alandaki ortak köklerine rağmen
bu ikisi şiddetle birbirlerine karşıttırlar. Tarihin giysileri hiçbir zaman
temiz ve pürüzsüz değildir. Küçük evsel sosyal gruplardan, büyük bölgeleri
kuşatan imparatorlukların otoritesine sahip olan son derece farklılaşmış,
hiyerarşik ve sınıf sistemlerine doğru toplumun evrimi, kesinlikle karmaşık
ve düzensiz bir süreç izlemiştir.
Evsel ve ailesel alan kendi başına –bu toplumsal alan demektir- bu
devletlerin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Mısır ve Pers imparatorluğu
gibi erken dönem despotik krallıklar, tam bir sivil oluşum olarak değil
ancak, monarkların kişisel maiyetleri veya evsel nüfuz alanları olarak görülebilir.
“Tanrısal” krala ve ailesine
ait olan bu büyük görkemli mülkler daha sonraları daha küçük aileler
tarafından feodallere ve malikanelere ait mülklere bölünmüştür. Günümüz
aristokrasisinin bir insanın gücünü ve statüsünü belirleyen toplumsal değerleri,
akrabalık ve soy kokmaktadır; yurttaşlık ya da zenginlik değil.
Devletten
kaynaklanan toplumsal ve evsel alanın tuzaklarını yavaşça elimine ederek
yeni bir politik alan açan, V.Gordon Childe’ ın ifadesini kullanacak
olursak, Bronz Çağı “kentsel devrimi” idi. Genellikle tapınaklar, askeri
kaleler, yönetim merkezleri ve bölgelerarası pazarlar etrafında kentlerin yükselişi
daha laik ve evrenselci bir politik alanın oluşması için temel oluşturdu.
Belirli bir zaman ve gelişim içinde bu alan yavaşça eşi görülmemiş bir
kamusal alana evrildi.
Kamusal alanın mükemmel örneği olabilecek kentler ne tarihte ne de toplumsal teoride vardır. Ancak bazı kentler ağırlıklı olarak ne sosyal (evsel anlamda) ne de devletçi olmalarına rağmen, bütünüyle yeni toplumsal ayrıcalıkların yükselişini sağlamışlardır. Bunun en dikkate değer örnekleri antik Yunan liman kentleri ile orta çağ İtalya’ sı ve Orta Avrupa zanaat ve ticaret kentleridir. Aynı zamanda İspanya, İngiltere, ve Fransa gibi yeni oluşan ulus-devletlerin modern kentleri de kendi kimliklerini ve yurttaş katılımının görece popüler biçimlerini geliştirmişlerdir. Bu örneklerin sınırlılığının ve hatta ataerkil niteliklerinin, evrensel hümanist niteliklerini gölgelemesine izin verilmemelidir. Modernizmin Tanrısal doruklarından baktığımızda, dikkati çeken şey; binlerce yıldır neredeyse tüm “uygarlıklar” ile birlikte kentlerin de paylaştığı, önemsiz olduğu oranda tarih-dışı olarak da görülebilecek olan çöküşlerdir.
Can alıcı bir durum olarak göze çarpan şey, bu kentlerin kamusal
alanı yarattığıdır. Yunan demokrasilerinin agorasında, Romalı’ ların
forumlarında, orta çağ komünlerinin kent merkezinde, ve Rönesans
kentlerinin plazalarında yurttaşlar bir araya gelebilmiştir. Bu kamusal alanın
bir düzeyinde ya da diğerinde, radikal olarak oluşmuş yeni bir politik alan,
sınırlandırılmış ancak, sıklıkla katılımcı demokrasi biçimlerini ve
yeni bir kentsel bireycilik kavramını oluşturmuştur; yurttaş.
Etimolojik kökenine ait terimlerle tanımlayacak olursak politika
topluluğun ya da polis’
in üyeleri ya da yurttaşları tarafından yönetilmesidir. Politika
aynı zamanda topluluk ile kan
bağı olmayan “yabancıların” ve “dışarıya ait olanların” kentsel
haklarının tanınmasıdır. Bu soy ile ilişkili “akraba” kavramından ayrılan
evrensel bir humanitas fikri anlamına
gelir. Bu kökten gelişimlerle birlikte politika, sosyal etkinliklerde laikleşmenin
arttığı, bireysel olana yeni bir saygının ortaya çıktığı ve üzerinde
düşünülmeyen geleneklerin getirdiği zorluklara karşı, akılcı davranış
ilkelerine giderek artan bir ilginin gösterildiği bir yol izledi.
Kentlerin ve politikanın yükselişiyle birlikte ayrıcalıkların,
haklar açısından eşitsizliğin, doğa üstü kaprislerin, geleneklerin ve
hatta “yabancıya” duyulan güvensizliğin tamamıyla ortadan kalktığını
kastetmiyorum. Örneğin Fransız Devrimi’ nin en radikal ve demokratik dönemlerinde,
Paris’de “yabancı komplolara” duyulan korku ve hastalık şeklinde
“yabancılara” duyulan güvensizlik epeyce yaygındı. Ne de kadınlar
erkeklerin sahip olduğu özgürlükleri her zaman tam olarak paylaştılar.
Bununla beraber, kanımca, kentin yarattığı toplumsal ya da devletin çukurlarına
gömülemeyecek çok yeni bir şey vardır; kamusal alan ve politik düzlem. Bu
alan ve düzlem zamanla daralmış ya da genişlemiştir ancak, hiçbir zaman bütünüyle
tarih sahnesinden çekilmemiştir. Bu kavramlar Ptolemik Mısır’ da, 17.yy
Avrupası’ nın mutlak monarşilerinde ve yüzyılımızda Rusya ve Çin’ de
kurulan totaliter sistemlerde ortaya çıkan, değişik derecelerde gücü
merkezileştiren ve profesyonelleştiren ve sonuçta, kendi içinde bir son
haline getiren devlet ile karşıtlık halindedir.
Politikanın
ebedi fiziksel alanı hemen hemen her zaman kentler ve kasabalar daha genel
anlamda yerel yönetimler olmuştur. Tabii ki politik olarak varlığını sürdürebilen
bir kentin boyutları önemsiz değildir. Yunanlılara, özellikle Aristo’ya göre,
bir kent ya da polis işlerin yüz yüze
görüşülemeyeceği ya da yurttaşlar arasındaki samimiyeti ortadan kaldıracak
kadar büyük olmamalıdır. Bu, standartların sabit ya da dokunulmaz olduğu
anlamına değil; kentleri güçlendirerek, oluşmakta olan devlete doğrudan
bir karşı koyma anlamına geliyordu. Küçük anlamına gelmeyen ancak
belirlenmiş ortalama boyuttaki bir polis,
insanların açıkça herkesin önünde fikirlerini ifade edebileceği,
temsiliyet düzeyinin dikkatlice korunduğu, kurumsal olarak çevresindeki
etkinlikleri yürütebilecek şekilde düzenlenebilir olmalıydı.
Politik
bir kişi olmak için kesin maddi ön koşulların gerekli olduğuna inanılıyordu.
Politik etkinliklere katılmak için bir parça boş zamana ihtiyaç vardı ve
bu boş zaman büyük oranda köle emeğinden sağlanıyordu. Bununla birlikte,
bu, tüm aktif Yunanlıların köle sahibi olduğu düşüncesinin doğru olduğu
anlamına gelmiyor. Hatta, pratikte insanları meclislerde belli bir saygı içinde
tutma gereksiniminden dolayı yurttaşlara makul sınırlamaları telkin eden kişisel
eğitim ve karakter oluşturma ihtiyacı –yunan paidaeia
görüşü- boş zamandan çok daha önemliydi. Kamusal hizmet ideali dar,
egoist dürtülerden daha önemli ve bir genel çıkar idealini geliştirmek için
gerekliydi. Bu ideal, sadık arkadaşlık ilişkilerinden- yunan philia
görüşünden- kent festivalleri ve askeri hizmetler sırasında paylaşılan
ortak deneyimlere dek uzanan karmaşık bir ilişki ağı kurularak başarılmıştır.
Ancak
bu anlamda politika sadece Helenik bir görüngü değildi. Benzer sorunlar ve
gereksinimler sadece Akdeniz havzasındaki özgür kentlerde değil, Kıta
Avrupa’sında, İngiltere’de ve Kuzey Amerika’da da ortaya çıkmış ve
çeşitli yollarla çözülmüştür. Hemen hemen tüm bu özgür kentler,
uzunca bir zaman diliminde değişen oranlarda demokratik bir politika ve
kamusal alan yaratmışlardır. İnsanlık ulus-devlete ya da yerel yönetim
konfederasyonlarına dayalı toplumlar kurma olasılığı ile yüz yüze geldiğinde,
merkezi devletlere derin karşı duruşlarıyla özgür kentler ve bu kentlerin
federasyonları bazı kritik tarihsel dönüm noktaları yaratmışlardır.
Devlet de tarihsel bir gelişime sahiptir ve basitçe tarih dışı bir görüngüye
indirgenemez. Antik devletleri tarihsel olarak yarı-devletler, monarşik
devletler, feodal devletler ve cumhuriyetçi devletler takip etmiştir. Bu yüzyılın
totaliter devletleri geçmişin en acımasız tiranlıklarını bile gölgede bırakmıştır.
Ancak ulus-devletin asıl yükselişi, merkezi devletin kentselliğin, kasabaların
ve köysel yapıların yaşamsallıklarını zayıflatıp onların işlevlerinin
yerine bürokrasi, polis ve askeri gücünü yerleştirmesi sayesinde gerçekleşmiştir.
Devlet ile yerel yönetim arasında genelde güç fark edilen, sıklıkla açık
çatışma halinde ortaya çıkan karşılıklı etkileşim tarih boyunca gözlenmiş
olup günümüzün toplumsal manzarasını şekillendirmiştir. Ne yazık ki,
yeterince dikkat edilmeyen bir olgu da, devletlerin sahip olduğu gücün tüm
kapasitesi ile kullanılmasının sıklıkla, karşılaşmış olduğu yerel yönetime
ait engeller tarafından sınırlandırılmış olduğudur.
Devletçilik gibi milliyetçilik de modern düşünce üzerinde öylesine
derin izler bırakmıştır ki, toplumsal örgütlenmelere dair yerel yönetime
ait politikalar neredeyse kağıt üzerinde kalmıştır. Daha önce de belirttiğim
gibi, günümüzde politika devlet-yönetimi ve gücün profesyonelleşmesi ile
bir tutulmaktadır. Politik alan ve devletin genelde birbirleriyle çatışma
halinde olduğu- gerçekten kanlı iç savaşlarda patlayan bu çatışmalar-
neredeyse tamamıyla gözden kaçmıştır. Geçmişin büyük devrimci
hareketlerinde, 1640’ lardaki İngiliz Devrimi’nden günümüzün
devrimlerine kadar göze çarpan nokta, güçlü topluluk duyguları ve başarılarını
dayandırdıkları güçlü topluluk bağlarıdır. Ulus-devletlerin hala aklından
çıkmayan yerel yönetimlere ilişkin otonomi korkusu, ona karşı ortaya sürdükleri
sonsuz argümanda görülebilir. Eğer özgür topluluk ve katılımcı
demokrasi “ölüm” gibi bir görüngü ise, devamlı karşılaştığımızdan
daha az karşıt görüşlerle mi karşılaşacağız ki.
Nasıl ki, çok uluslu şirketlerin ortaya çıkışı milliyetçiliği günümüz gündeminden çıkarmamışsa, muazzam boyutlardaki megapolislerin yükselişi de topluluğa ve kente ait politika yaratmayla ilgili tarihsel arayışlara son vermiş değildir. New York, Londra, Frankfurt, Milan ve Madrid gibi kentler büyük yapısal boyutlarına ve içsel bağımsızlıklarına rağmen, mahalleler ve bölgeler arası ağlar oluşturarak, politik açıdan kurumsal olarak yerinden yönetilebilirler. Aslında, hava kirliliği, yeterli su temini, suç, yaşam kalitesi ve ulaşım gibi başlıca önemli ekolojik problemleri olan bu kentler, yapısal olarak yerinden yönetilmeksizin nasıl işlevsel hale getirebilirler ki. Tarih dramatik bir şekilde göstermiştir ki; milyona yaklaşan nüfusları ve ilkel iletişim araçlarına sahip büyük Avrupa kentleri, politik olarak hayati öneme sahip yerinden yönetilen sıradışı kurumlarının iyi bir şekilde koordine edilmesiyle işlerlik kazanmıştır. 1500 ‘lerin başlarındaki Comunero devrimlerinde patlayan Kastilya kentlerinden, 1790’ ların başlarındaki Parisyen meclislerine ya da seksiyonlarına oradan da 1960’ ların ( sadece küçük bir kısmından bahsediyorum) Madrid Yurttaşlar Hareketi’ ne kadar büyük kentlerdeki yerel yönetim hareketleri, gücün nerede toplanması gerektiği ve toplumsal yaşamın kurumsal olarak nasıl yönetileceğine dair can alıcı konuları ortaya atmışlardır.
Bir yerel yönetimin bir kabile gibi dar görüşlü olabileceği açıkça ortadadır- ve bu, günümüzde geçmişte olduğundan daha az doğru değildir. Bu nedenle, konfederal olmayan- yani bulunduğu bölgedeki diğer kasaba ve kentler ile karşılıklı bir yükümlülük ağı içine girmeyen- hiçbir yerel yönetim hareketi, geleneksel anlamda gerçek bir politik varlık olarak, kentteki diğer mahalleler ile birlikte çalışmayan bir mahalleden daha fazla dikkate alınmayabilecektir. Konfederasyon, paylaşılmış yükümlülüklere, konfedere delegelerin topluluklarına tam olarak sorumlu olmalarına, geri çağırma hakkına, ve yapılacak işlerin kesin olarak belirlenmiş olduğu temsilcilere dayanır.-ki bunlar yeni bir politikanın vazgeçilmez biçimlerini oluşturur. Var olan kasaba ve kentlerin yerel düzeyde ulus-devletin kopyaları olmalarını talep etmek, toplumsal değişim talebinden vazgeçmektir.
Çok
büyük pratik öneme sahip olan şey, devlet
öncesi kurumlar, gelenekler ve duyarlılıkların tüm dünyada değişen
derecelerde varlıklarını koruduklarıdır. Baskıcı devletlerin hak ve özgürlük
tecavüzlerine karşı gösterilen direnç, Güney Afrika, Orta Doğu ve Latin
Amerika daki mücadelelerde de tanık olduğumuz gibi, köy, mahalle ve kasaba
topluluk ağları tarafından beslenmiştir. Şu an Sovyet Rusya’ yı sallayan
sarsıntılar, sadece daha büyük özgürlük talebi için değil, aynı
zamanda merkezi bir ulus-devlet olarak var olan yapıya da meydan okuyan, bölgesel
ve yerel otonomlar yaratacağı umulan hareketler tarafından oluşturulmuştur.
Bu hareketin komünal tabanını görmemek her ulus devletin gizil istikrarsızlığını görmemek kadar miyopçadır; daha da kötüsü sadece kendi kavramlarıyla ulus-devletten söz edip, bunları kabul ederek ulus-devleti anlamaktır. Gerçekten de, bir devletin bir devletten “daha çok” ya da “daha az” olarak kalıp kalmayacağı- Bakunin ve Marks’ tan farklı olarak radikal teorisyenler için önemsiz meseleler değildir -ona karşıt bir güç oluşturmak ve umut verici bir şekilde onun yerine geçecek ikili bir güç kurmak, ağırlıklı olarak yerel, konfederal ve topluluk hareketlerine bağlıdır. Yaklaşık 30 yıl önce Franko rejiminin zayıflamasında temel rol oynayan Madrid Yurttaşları Hareketi, hakkını verebilecek kapsamlı bir çalışmayı gerektirmektedir.
“Ücretli emek ve sermaye” arasındaki büyük ölçüde ekonomik çatışmanın varlığına ilişkin Marksist görüşlere karşın, geçmişin devrimci işçi sınıfı hareketleri basit endüstriyel hareketler değildir. İstikrarsız Paris işçi hareketi, karakter olarak büyük ölçüde zanaatçı olmasının yanı sıra meskenler (quartiers)üzerinde odaklanmış ve zengin bir mahalle yaşamından beslenmiş bir topluluk hareketiydi. 17. Yüzyıl Londra’sının Leveller’inden yüzyılımızdaki Barselona anarko-sendikalistlerine kadar radikal eylemlilik, sokaklar, alanlar ve kafeler de sağlanan bir kamusal alan ve güçlü topluluk bağları tarafından başından sonuna kadar aynı seviyede sürdürülmüştü.
Bu
yerel yönetime ait yaşam radikal pratikte yok sayılamaz ve hatta modern
devlet tarafından altının oyulduğu yerde yeniden yaratılmalıdır.
Mahallelerde, kasabalarda, kentlerde ve bölgelerde kök salan yeni bir politika
sadece, -kısacası, büyük burjuva partilerinin onları koalisyonlarla soğurmaları
ve manevra dışında tutma düşüncesinin her zaman var olabileceği yozlaştırıcı
devlet-yönetimi içinde bu amaçla başvurulabilecek oluşumlardan başka bir
şey olmayan- çeşitli yeşil partiler ve benzer toplumsal hareketler içinden
süzülen hastalıklı ,parlamentarizme karşı, alternatif yaşam biçimlerini
oluşturacaktır. Tek-konulu hareketlerin de
ömürleri karşı çıktıkları sorunlarla sınırlıdır. Bu tür konular
etrafındaki militan eylemler, bilinçliliği ve sonuçta toplumun kendisini değiştirme
ihtiyacı taşıyan uzun erimli radikalizm ile karıştırılmamalıdır. Bu tür
hareketler başarılı olduklarında dahi, parlar ve geçip giderler. Bu
hareketler, politik olarak çatışmaların var olacağı kalıcı bir alandan
ve toplumsal değişim yaratmak için oluşturulan daimi hareketlerin gereksinim
duydukları kurumsal destekten yoksundurlar.
Bundan dolayı, gerçek anlamda demokratik kurumlara evrilebilecek, sürekli
ve demokratik kurumlara dayanan, konfederal olarak birleşmiş, tabana dayalı
gerçek politik hareketlere sonsuz bir ihtiyaç var.
Gerçekten hayat mucizevi olmasa harikulâde olurdu, eğer tüm eğitim, edebi yetenek, becerilerimiz ve zihinsel donanımlarımızla doğmuş olsaydık, tek bir meslek ya da iş ile uğraşmamız gerekirdi. Ne yazık ki, tüm bu yetenekleri edinebilmek için, her şeye rağmen çok çalışmamız gerekiyor, bu öyle bir çalışma ki; mücadele etmeyi, karşı karşıya gelmeyi, eğitimi ve gelişimi gerektiriyor. Kurumsal değişimler yaratmak için, radikal bir yerel yönetim yaklaşımını sadece kolay bir araç olarak kavramak neredeyse olanaksızdır. Özgür bir toplumun varlığı kadar,özgür bir toplum için savaşmak, toplumun kendi kendini özgür hale dönüştürmesini sağlamak ve özgürlüğü her şeyden aziz tutmak gereklidir.
Yerel yönetim potansiyel bir saatli bombadır. Yeniden oluşturulan
devleti, yerel ağlar yaratarak, yerel yönetime ait kurumlara dönüştürmeye
çabalamak, asırlardır var olmuş tarihsel bir değişikliği- politik olarak
gerçek bir değişikliği- kavramaktır. Yeni toplumsal hareketler, kolayca
parlamentarizme doğru kaydıklarından, kendilerini kamusal alana taşıyacak
politik bir perspektif istemi açısından başarılı olamamaktadırlar.
Tarihsel olarak özgürlükçü teori, daima yeni bir toplum yaratmanın hücresel
dokusunu sağlayan özgür yerel yönetim üzerine odaklanmıştır. Yerel yönetimin,
büyük özgürlükçü talep olan kommünlerin komünü talebine, geçmişte yaşayan
bir anlam vermiş olan politik alanı, şu an uyumakta olan politik alan ile değiştiremeyeceğini
söylemek, henüz özgür olmadığı için, bu özgür yerel yönetimin
potansiyelini görmemezlikten gelmektir. Merkezileşmiş ekonomik korporasyonların
ve ulus-devletin büyüyen gücüne karşı durabilecek yerel yönetime ait
kurumlarda ve onların yapılarında yapabileceğimiz değişiklikler ile oluşturulacak
kurumlar – yeni bir politik alan içinde bu kurumlar çok daha fazla dönüşeceklerdir-
yerel yönetime ait ekonomik sistemler, tabana dayalı yurttaşlık kavramı ve
ikili güç gibi daimi kurumsal temeller üzerine oturmaktadır.