|
2000-2002
YILLARINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ : SORUNLAR, MAKROEKONOMİK POLİTİKALAR VE BEKLENTİLER*
Ben bu toplantıya konumuzun “2000 yılı ve onu izleyen bir
iki yılda Türkiye ekonomisinin gündemi”olduğu varsayımı ile hazırlanıp geldim.
Ama arkadaşlarımız; çok hızlı gelişen bir gündem
(özellikle de Aralık ayı
içinde) yaşadığımız için, konuyu haklı nedenlerle, Merkez Bankası’nın
açıkladığı para programı ve onunla bağlantılı olan IMF istikrar programı veya
stand-by anlaşmasının ima ettiği gündeme getirdiler. Ben sayın Korkut Boratav’ın
söylediklerine aynen katılıyorum. Onun ima ettiği bazı şeyleri açarak devam etmek
istiyorum.
Bu program, Türkiye’deki
siyasi problemin çok önemli olduğunu ima ediyor. Çok değerli arkadaşım Güven Sak
konuşmasında güzel esprili iki cümle söyledi ben onları not ettim. Dedi ki,
“Hükümet, bilmiyorum kendileri farkında mı ama bu programı desteklemek konusunda
kararlı”. Şimdi bu cümle, çok “revealing” dışa vuran bir cümle.
Aristoteles ülkelerin,
devletlerin., sitelerin idaresinde iki türlü idareden bahsediyor. Bir,”Asyalılar”
diye Anadolu’yu işaret ediyor ve “Asyalılar idari idare ile idare edilirler”
diyor. Sonrada, kendi ülkesine bakıyor ve “Yunan siteleri ise siyasi idare ile idare
edilirler” diyor yani Yunanlıların kendi hakkındaki kararları kendilerinin
aldığını, Asyalıların ise hakkındaki bir takım kararları kendilerinden başka
herkesin aldığını, ama kendilerinin kararları alamadıklarını söylüyor.
Şimdi ben Gazi Erçel’in
programını ve daha sonraki bazı mülakatlarını okuduğumda hayretler içinde kaldım.
Çünkü il il dolaşıp bu programı halka anlatmaktan söz ediyordu. Demokrasilerde
merkez bankası başkanları il il, kasaba dolaşıp fedakarlık gerektiren bir
politikayı seçmenlere anlatmaz. Türkiye’de idari idare etme biçiminde işaret
edeceğim ciddi bir siyasi problem vardır. Bu idari idare edenler Allah’a
şükretsinler ki, kendilerine böyle idari idare program için feda eden üç siyasi
parti liderinin oluşturduğu, bu idari idareye sanki siyasi idareymiş görüntüsü
veren bir hükümet vardır. Problem budur. Çünkü programın iki zaafı var.
Ben programın başarılı
olabileceğine inanıyorum. Çünkü Türkiye’yi idari idare yönteminde idare edenler
bu programı başarılı kılmak için idari kararlarını almışlardır. Önümüzdeki
öngörülebilir süre içine, buna meydan okuyacak bir siyasi irade de yoktur
Türkiye’de. Ama insan ömürleri sınırlı. Fanilikle malul insanlar. Türkiye’de bu
idari idareyi siyasi meşruiyet sağlayan görüntüde, bunu il il dolaşarak halka
anlatabilecek sağlıklılık ifade eden bir hükümet, bir başbakan yoktur.
Dolayısıyla, bu program üç yıl boyunca fevkalade ağır bir iktisadi sonuç getirecek
fedakarlığın halka anlatılmasını gerektirir. Böyle bir enerjiye sahip siyasi idare
yoktur Türkiye’de. Türkiye’ deki siyasi idare, o gün okumak zorunda olduğu metin
için enerjisini tasarruf etmekle maluldür. O günkü okuyacağı metni okuduğu vakit, o
günkü pili bitmektedir. Bırakınız ki, böyle bir programı il il, ilçe ilçe
dolaşıp halka anlatmak için gerekli enerjisi söz konusu olsun.
Şimdi, bir defa, bu
programın siyasi meşruiyeti olan siyaseti üretilmemiştir. Akademik bir ifade
kullanıyorum burada. İnsan haklarına sahip yurttaşların cumhuriyetlerinde, üç veya
dört yıl sürecek çok ciddi bir iktisadi sıkıntıyı insanlara anlatmadan, o
insanlardan ona katlanmalarını beklemek hakkına, ülkeleri idari idare edenlerin
hakları yoktur. Bu programın siyaseti üretilmemiştir. Önümüzdeki hükümete
baktığımda, bu programın siyasetini üretebilecek de bir hükümet göremiyorum. Hem
28 Şubat idari idaresi devam etmektedir, hem de bugünkü hükümetin homo
sapiens’lerin beden içinde yaşamalarından ve yaşlanmaları ve hastalanmalarından,
ölümlü olmalarından kaynaklanan çok ciddi siyasi kısıtları vardır. Böyle bir
enerjiye sahip bir hükümet Türkiye’de yoktur.
İkincisi, bu programın
makro iktisatçılığı yoktur. Ben ihtiyarlamaya karşı direnerek ihtiyarlıyorum, ama
bir yandan da finansal iktisatçılığı açık ekonomi makroiktisadiyatı içinde
öğrenmeye çalışıyorum. Bizim gençliğimizde okuduğumuz elementer bir Keynesgil
iktisadi analiz vardı. Keynes bu çağda yaşamış en akıllı adamlardan biri. Efektif
talebi düşürecek bir politika uygulanacak, frene basacak Türkiye. Türkiye hükümeti
adına, kendisine siyasi misyon üstlenmiş bir tekno-bürokrat kadro, 2002 yılının
sonuna kadar frene basacak. Biz 45 derece doğrusunu kesen efektif talep eğrisinin
yukarıya çıkması, aşağıya inmesiyle makro iktisadi bir denge analizi yapardık.
Şimdi mesela ek vergi
meselesi. Bu hükümet; resesyon içindeki bir ekonomiden önümüzdeki yıl içinde 10
milyar dolar yani GSMH’nin %5’i kadar ek vergi alacak. Bunu da ta2002 yılına kadar
yapmak, yani enflasyon oranının şu anki artı-eksi %60’tan, 2002 yılının sonundaki
%5’e ineceği tarihe kadar frene basmak durumunda. Bu dönemde nasıl olacak da büyüme
sağlanacak, ben bunun makro iktisadını anlamış değilim. Bence büyümeyecektir
Türkiye ekonomisi. Ekonomideki resesyon önümüzdeki bu üç yıl boyunca sürecek. Bu
şunun için çok önemli: Türkiye ekonomisi başka nedenlerden de etkileniyor. Yani
Türkiye ekonomisi, sadece parasal programın uygulandığı bir kapalı ekonomi değil.
Türkiye ekonomisi imalat sanayii üretiminin üçte ikisini ihracat için üreten,
fevkalade yoğun bir şekilde dış dünya ile entegre olmuş bir ekonomi. Kapalı bir
ekonomideki bir parasal program uygulaması mantığı ile senaryo üretmek bana biraz
naif görünüyor.
Dünyaya bakarsak, başka
nedenler var Türkiye ekonomisini zorlayan. Bunlardan biri: Gümrük Birliği diye bir
olay var Türkiye’de. Gümrük Birliği’ni herkes sanıyor ki, “dün girdik
birliğe, ertesi gün bütün etkileri oluştu, bitti.” Olur mu, canım? Gümrük
birliği bu ülkedeki nispi fiyatları radikal bir şekilde değiştirdiği için,ekonomi,
oluşmakta olan, değişmekte olan,değişmesi sürecek olan bu yeni nispi fiyatlara
adapte olacak. Bazı sektörler batacak. Bu arada batacağı sanılan sektörler ihracatı
götürüyor. Doğru iktisatçılık yapanların öngördüğü gibi, mesela, endüstri
içi ticaret(intra-industry trade) nedeniyle en büyük ihracat patlaması, batacağı
sanılan otomotiv sektöründe görülüyor. Bizi Avrupa Birliği’nde refaha
götüreceğini sandığımız tekstil ve deri sanayii çöküyor. Bazı sektörler
batacak. Türkiye bu nispi fiyatlara daha yeni uyum sağlamaya başladı. Bir zaman
gecikmesi ile birlikte gümrük birliğinin etkileri Türkiye ekonomisinin kaynak
tahsisleri üzerinde kendini gösterecek, değiştirecek. Çok iktisadi sıkıntılar
yaşanacak Türkiye’de. Bazı sektörler kazanacak, bazıları kaybedecek, bu
kaçınılmaz. Dünyada bu son birkaç yıl içinde yaşanan Asya krizi dediğimiz krizden
sonra, bazı ülkeler ulusal rekabet güçlerini arttırmışlar. Türkiye uzak doğudan
çok ciddi bir şekilde gelen, artan rekabete karşı kendi rekabet gücünü artırmak ya
da piyasa payları kaybetmek zorunda.
Üçüncüsü, bizi
önümüzdeki yıllarda Adriyatik’ten Pasifik’e kadar taşıyacağını umduğumuz
Rusya piyasası çöktü, ki ben de birçok insan gibi iyimserliğe muhtaç olduğum için
zamanında bu hatayı yaptım: “muazzam bir piyasa var, biz o piyasaya girdik, tarihi
nedenlerle büyük avantajlarımız var” diye düşünmüştük.
Türkiye ekonomisi
üzerinde bir sürü olumsuz dış etkiler işlerken, Türkiye ekonomisinde yeni
makroiktisat politikaları nedeniyle ortaya çıkabilecek muhtemel gelişmeleri sanki bir
kapalı ekonomi çerçevesinde yaşıyormuşuz gibi ele alamayız.
Türkiye’deki
işçilerin, köylülerin, esnafın, işadamlarının, kısacası Türkiye’yi oluşturan
seçmen kitlesinin bu programın hükümet tarafından kendisine anlatılmasına temel bir
talebi vardır. Ben haklarına sahip bir yurttaşım. Beni Gazi Erçel ilgilendirmiyor.
Beni Bülent Ecevit ilgilendiriyor. Çünkü ben Gazi Erçel’i seçmedim, ama Bülent
Ecevit’i seçtim. Sevgili Güven Sak arkadaşımızın da söylediği gibi, 30-40
yılımızı etkileyecek kararlar alınıyor ve biz bunları sonradan duyuyoruz. Gümrük
birliği kararı imzalanıncaya kadar parlamentodaki siyasi partilerin başkanları dahi
gümrük birliği kararının metnini bilmiyorlardı. Böyle demokrasi olmaz, böyle
iktisadi süreç de olmaz. Demokrasilerde olması gereken iktisat politikaları da bu
şekilde oluşturulmaz.
Bu arada, asıl şunu
gündemden kaçırma riskimiz var, Türkiye’nin önünde çok daha önemli bir başka
gündem var. Avrupa Birliği’ne üyeliğe yönelik adaylık statüsü kazanabilmemiz ve
böylece üyeliğe dönük müzakereyi başlatabilmemiz için gerekli hazırlık, Türkiye
açısından fevkalade önemli. İnanılmaz masal anlatılan bir ülkeyiz. Birileri bize
masal anlatıyor ve biz de o masalı dinlemeye alışmışız. Onun için ben diyorum ki,
iktisatçılar ve siyasetle ilgilenen yurttaşlar olarak, “biz bu iktisat
politikasını, Türkiye ekonomisinin Avrupa Birliği’ne yönelik üyelik gündeminin
içinde ele alalım”. Çünkü Avrupa Birliği’nin temel Kopenhag kriterlerinden biri
“fiyat istikrarına sahip, işleyen bir piyasa ekonomisinin oluşturulması”. Bu
program zaten onun bir parçası.
Ben elementer makro
iktisadı yok salan finansal cambazlıklardan korkmaya başladım. Çünkü insanlar
kağıt yemiyor, insanlar ekmek yiyor. Finansal sektörler önemli ama reel ekonomi de
fevkalade önemli. Biz, Türkiye reel ekonomisinin çerçevesi içinde getirilen istikrar
politikasının etkilerini konuşmaya başlayalım. Bundan kaçış da yoktur. Böyle bir
fedakarlığa katlanmamız lazım, buna da katılıyorum. Ama bu fedakarlığı içerdeki
iktisadi adaleti sağlayan bir hükümet halktan talep ederse bu programı uygulama
hakkına sahiptir. İçerdeki, boğazına kadar iktisadi adaletsizlik içine batmış,
boğazına kadar mafyöz bir yağma siyasetinin içine batmış bir hükümet, böyle
üç-dört yıl sürecek bir iktisadi resesyonun kararını halka açıklamadan
uygulatmaya başlarsa, hele bu arada da bu insanların siyasi değil fiziki ömürlerinin
yetmemesi ihtimali varsa, bu programın geleceği hakkında çok da fazla iyimser olmamak
gerekir, sanıyorum.
Avrupa Birliği
Komisyonu’nun 13 Ekim 1999 tarihli, her üyelik müracaatı yapmış ülke için
hazırlanmış olan yıllık raporunda, Türkiye’deki iktisadi durumla ilgili kendi
kriterlerine göre değerlendirme, aşağı yukarı şöyle. Çok kısaca özetlemek
istiyorum. İki tane kriterleri var. Bunlardan biri, işleyen bir piyasa ekonomisinin
varlığı, ona sahip olmak. İkincisi, gümrük birliği içindeki rekabetçi baskılar
ve piyasa güçleri baş edebilecek bir kapasiteye sahip olmak.
Bu açıdan
değerlendirildiğinde, Türkiye’ye”işleyen bir piyasaya sahip olmak” koşuluna
göre baktıklarında, Türkiye’de işleyen bir piyasa mekanizması görmüyorlar. Bu
tür bir istikrarsızlık, %60 gibi yüksek enflasyon olan bir yerde işleyen piyasa
ekonomisi yoktur.
Bu yüksek enflasyonun iki
tane olumsuz etkisi var. Birincisi; böyle bir ortamda dönemler arası optimizasyon
problemini çözemezsiniz. Birçok iktisadi karar, zaman dilimleri
arasında(inter-temporal) kararları gerektirir. Yüksek enflasyon bunu
imkansızlaştırır, önünüzü göremezsiniz. İkincisi; yüksek enflasyon her
anti-enflasyonist bir politikayı arka planda saklı tuttuğu için, üreticiler, iktisadi
aktörler ne yapacaklarını bilemezler. Önümüzdeki yıl genişleme mi olacak, daralma
mı olacak, bunu tahmin etmek zordur. Çünkü enflasyon varken, enflasyon artarken, bir
talep şişkinliği varken, her an birisi frene basabilir ve birdenbire kendinizi çok
büyük bir sıkıntının içinde bulabilirsiniz. Bunun için yüksek enflasyon
ortamında kaynak tahsisi kararlarını etkili bir şekilde almak çok zordur.
Şimdi, program bu yüksek
enflasyon oranının aşağı indirilmesi ve işleyen bir piyasa ekonomisine sahip olma
açısından başarılı olursa çok faydalı birşey. Benim buna benzer bir programın
lüzumuyla ilgili bir problemim yok, çünkü elzem bir şey. Böyle “işleyen” bir
piyasa ekonomisi olmaz.
İşleyen piyasa ekonomisi
açısından baktıklarında, başka birkaç sebepleri daha var aslında. Türkiye’de
bir piyasa ekonomisi yok, çünkü toplam mevduatın %40’ı idari kararlarla davranan
devlet bankalarının elinde. Hala, idari kararlarla belirlenen fiyatlar Türkiye
ekonomisinde fevkalade ağırlıklı. Mesela, raporun bir yerinde, tüketici fiyatları
endeksine giren malların üçte biri idari kararlarla belirlenen fiyatlara sahip
mallardır, deniliyor. Bu da bir piyasa ekonomisi olmaz. Yani Türkiye serbest akan
kaynaklara göre, dünya fiyatlardakine üç aşağı beş yukarı benzer fiyat
değişiklikleri olan bir piyasa ekonomisi değil. Türkiye’nin bir piyasa ekonomisi
olduğu iddiası, galiba bizim biraz kendi kendimizi inandırdığımız bir şey.
Türkiye bir hayli “aksak” piyasa ekonomisi. Türkiye son Doğu Avrupa sosyalist
ekonomilerinden biri gibi görünüyor, baktığım zaman, bana.
Şimdi ikinci kritere,
“rekabetçi baskılara ve piyasa güçlerine dayanabilme gücü olan ekonomi” konusuna
bakacak olursak, şunları söylüyorlar. Birincisi, Türkiye’de fizik sermaye
kapasitesinde çok ciddi altyapı sıkıntıları var, diyorlar. Bu altyapı
sıkıntılarının şu günlerde en çok yaşadığımız örneği elektrik(kesintileri).
İkincisi, beşeri sermaye sayısını, yetiştirilmiş, eğitilmiş insan stokunu
artırmak. Türkiye’nin, nüfusun kalitesini iyileştirmeye yönelik durumu çok ümit
verici değil.
İktisadi kaynakların
etkili bir şekilde kullanılması açısından, çok önem vererek işaret ettikleri bir
nokta, tarım sektörünün durumu. Merkez Bankası, önümüzdeki yılla ilgili büyüme
tahminini nasıl yapmış, biri anlatsa çok iyi olacak. Gazi Erçel beyi belki bir gün
buraya davet edelim. İlk ziyaret edeceği kasaba bizim kasabamız olsun, bunun
makroiktisadını bize bir anlatsın bakalım. Merkez Bankası değil de bu tahmini DPT
yapmışsa, altına imza attığı vakit o programda kullanılan büyüme tahmininin
mesuliyeti Merkez Bankası’nındır demektir. Çünkü TCMB, “diyorlar ki” demedi,
“GSYİH gelecek yıl %5,5 artacak” dedi.
Şimdi bakın tarım
sektöründe Türkiye’de çok ciddi bir problem var. Gene Ricardo’yu hatırlıyorum.
Ricardiyan büyüme modelinde, Ricardo, ki kendisi çok büyük bir adam, bundan 180 sene
önce demiş ki, “gıdasını ucuza mal edemeyen bir iktisadi büyüme tıkanır”. Bu
çok önemli. Şu anda Türkiye’de yaşayan insanların veya işgücünün minimum
%60’ının gıda üretimiyle alakası yok. Sizin bizim gibi gidip gıdasını
çarşıdan almak durumunda.
OECD’nin raporunda çok
önemli bir rakam var. O rakamın dayandığı çalışmayı DPT’de yapan kişiyi
araştırdım, buldum, hesaplama metodolojisine baktım. GSYİH’sının %15’lik
kısmını tarımda üretmek için, neredeyse yine GSYİH’sının %15’i kadar bir
toplam sübvansiyon veriyor Türkiye ekonomisi. OECD raporundaki rakam yüzde 15, onun
düzeltilmesi gerektiğini söyledi DPT’deki arkadaş. Ama kesinlikle %10’un
üstünde, tarıma yapılan toplam destek. Eğer böyleyse, ki böyle olduğunu
düşünmek için birçok işaret var, bu ciddi bir problem. Böyle bir tarım sektörü
ve böyle bir tarım politikası olmaz. Niçin gözden geçirilmesi lazım bu destekleme
politikasının? Çünkü tarımda bir üretkenlik artışına yol açmamış. Üretkenlik
artışı yok. Bir sosyal adalet gerekçesi öne sürülebilir belki, ama o da yanlış,
çünkü regresif. Gelir dağılımını iyileştirici değil, bozucu bir sübvansiyon
yapısı var. Mesela gübre sübvansiyonunun %40’ını, tarımsal işletmecilerin en
üstteki, en zengin %5’i kullanıyor. Şimdi bunu düzeltmesi lazım Türkiye’nin,
Avrupa Birliği’ne hazırlanması, ortak tarım politakalarına yönelik bir
hazırlığa girmesi için. Bu açıdan da fevkalade doğru, teknik olarak programda
tarımla ilgili söylenenler.
Sözlerimi bağlarken benim
işaret etmek istediğim şey şu. İktisat politikasının siyasi iktisatçılığı
(political economics of economy policy) diye bir kavram var. Demokrasilerde hükümetler
bir daha seçilmek kaygısı ile davranırlar. Bizim önümüzde enteresan bir durum var.
Şu andaki koalisyonun üç liderinin ikisinin bir dahaki seçimlerde yeniden seçilmek
diye bir meseleleri yok. Bu sosyal bir fayda sağlıyor.
Adeta bir askeri idare
imiş gibi, bir sonraki seçimi kaybetmek diye bir problemin olmadığı bir şekilde,
bayağı kararlı bir şekilde bu program uygulanabilir, eğer üç-dört yıl bu
hükümet devam ederse. Çünkü ben sayın Ecevit’in ve sayın Yımaz’ın bir dahaki
seçim kampanyasını yapmak diye bir problemleri olmadığından eminim. Dolayısıyla
bir dahaki seçimleri kazanmak diye bir problemleri de yok. Bu iktisat politikasının
sorumluluğunu taşıyan hükümet, bir dahaki seçimi kaybeder gibi görünüyor bana.
Bu, sosyal bir faydadır. Çünkü demokratik bir görüntü arkasında, bir dahaki
seçimde olmayacakmış gibi, bu politikayı adeta bir askeri rejim varmış gibi
kararlılıkla uygulayabilecek bir hükümetin uygulaması sonucunda Türkiye Avrupa
Birliği’ne, AB’nin iktisadi kriterlerine hazır hale gelir. AB’ye adaylık
sürecinin bir de siyasi kriterleri var. O da, Türkiye’deki hükümetin demokratik
olmasını ve AB ile uyum içinde olmasını gerektiriyor. Eğer bir sonraki seçimi
mesela Fazilet Partisi kazanırsa ve o seçimden sonra FP ve MHP’li bir koalisyon başa
gelirse, o zaman AB’nin gerektirdiği iktisadi kriterler açısından çok önemli
mesafeler aldığımız bir sürecin sonunda, siyasi kriterler açısından ilişkilerimiz
bütünüyle tıkanabilir. Son sözüm, seçimler önemlidir. Bütün insanlar
ölümlüdür. Bütün seçilmiş iktidarlar seçime girerler. Bu iktisat politikasını
uygulayacak olan hükümet de seçime girecek. Hep birlikte göreceğiz bir dahaki
seçimde neler olacağını. Herkesin büyüme tahminlerini ve bir dahaki seçimle ilgili
tahminlerini not edelim buraya. Ölmezsek, görelim bakalım 2000’de büyüme %5,5
olmuş mu olmamış mı; görelim bakalım bir dahaki seçimde neler olduğunu...
*Bu konuşma, 23
Aralık 1999 tarihinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat
Bölümü’nün düzenlediği “Ekonomi Panelleri Dizisi” konulu panelde
yapılmıştır. Konuşma İktisat/İşletme ve Finans Dergisi’nce banda
kaydedilmiştir. Konuşma metni, bant çözümleri sonrasında konuşmacıya iletilmiş,
konuşmacının redaksiyonu sonrasında yayına hazır hale getirilmiştir. |