...
Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search

Bu Gümrük Birliği Anlaşması Mutlaka Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Görüşülmeli ve Oylanmalıdır

Türkiye'de çok uzun bir süreden beri, haysiyetli bir ulus ve itibarlı bir devlet olarak varlığımızı etkileyecek temel meselelerimiz, fanî nefislerin ilkesiz ihtiraslarının oyuncağı olmuştur. Bazı siyasetçilerimizin ve bazı bürokratlarımızın ağzından o ölçüde ciddîyetsiz, yanlış, yanıltıcı söz çıkıyor, sorunlarımız ve çıkarlarımızın, akılla, cesaretle ve dürüstlükle tartışıldığı platformlar olması gereken bazı gazeteler ve televizyon kanalları, görünmez orkestra şeflerinin batonlarını izleyerek o ölçüde hoş heyecan taşkınlıkları sergiliyorlar ki, insan, böyle bir ortamda tutarlı bir çözümleme yapmaya çalışmanın anlamlılığından kuşku duymaya başlıyor.

Gümrük Birliği Anlaşması'nın imzalanması vesilesiyle sürdürülen ve kamu oyunu etkilemeye yönelik resmî kampanya, Türkiye'nin önemli konularda kamu oyunun bilerek ve sistematik bir şekilde yanıltmanın, bunu yapan siyasetçinin ve bürokratın önüne, eninde sonunda mutlaka siyasî bir fatura getireceği bir açık toplum, çoğulcu demokrasi mi olduğu, yoksa, görünen siyasî platformların görünmeyen iktidar ortakları tarafından manipüle edildiği, kritik bir şekilde sistematik yalana dayanan resmî söylemli, Doğu Avrupa'daki eski Bolşevik diktatörlükleri andıran bir kapalı toplum mu olduğu konusunu düşünmemizi gerektiriyor.

Her şeye rağmen, Cumhuriyetimizin kurucusu ve temeli olan Türkiye Büyük Millet Meclisi geleneğinin, bir ulus olarak uygarlık, çağdaşlık ve refah arayışlarımızda taşıdığı özel sorumlulukları kaldırabilecek canlılığa hâlâ sahip olduğuna inanmamız gerekiyor.

6 Mart'ta imzalanan anlaşma yürürlüğe girerse, Meclis'te başkanlık kürsüsünün arkasındaki 'Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' ifadesini bundan böyle, ' Bu Gümrük Birliği Anlaşması yürürlükte olduğu sürece, bu anlaşmanın kapsamına giren konularda hâkimiyet fiilen Brüksel'indir, geri kalan konularda milletindir' şeklinde yorumlamak lâzım. Türkiye Büyük Millet Meclis'i Türk ulusu adına bu kısmî yetki devri kararını verebilir. Ama bu kararı ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi verebilir. Bir Bakanlar Kurulu'nun var olup olmadığının belirsiz olduğu bir ortamda Başbakan Çiller ve arkadaşları, Balgat'taki ve Brüksel'deki diplomatlarımız, İktisadî Kalkınma Vakfı'ndaki iş adamlarımız değil.

1987 tam üyelik müracaatının yapılmasından beri Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini yürütenlerin zihniyeti, her geçen gün daha aşikâr hâle gelen değerlendirme, strateji ve müzakere hatalarının açığa çıkmasını engellemek için sürdürülen, gerçekleri kamu oyundan gizleme, Türk ulusunu, âdeta eski bir Doğu Avrupa diktatörlüğündeki gibi yanlış enformasyonla oya-lama anlayışına yol açmıştır. Brüksel'de ya da Balgat'ta kapalı kapılar arkasında konuşulanlarla, resmî ağızlardan kamu oyuna açıklananlar arasında galaksiler arası boşluklar kadar kopukluklar vardır.

Çiller'in, 'fethettiği' (!) Brüksel'den dönerken, "2001 yılında Türkiye AB'nin tam üyesi olacak" ifadesi, 1987'den beri sürdürülen ve gerçeklerden galaksiler kadar uzak, resmî ve hayalî AB ile ilişkiler politikamızın desenformasyon söyleminin son 'şahikası'dır.

İmzalanan GB Anlaşması'nın Türkiye için kabul edilebilir, iyi bir şey mi olduğu, yoksa bu haliyle kabul edilmemesi gereken kötü bir metin mi olduğu konusunda, hislerden, komplekslerden uzak bir yargıya varmamızda kritik önem taşıyan parametre, AB'nin, öngörülebilir gelecekte Türkiye'yi tam üyeliğe kabul etmeyi düşünüp düşünmediğidir. Bunun içindir ki Çiller'in bu ifadesini gerçeklerle çarpıştırmak, hayatî bir önem arz etmektedir.

AB, 9 ve 10 Aralık 1994'te Essen'de bir zirve toplantısı yaptı. Bu toplantının ana meselesi, Avrupa'nın gelecekteki 'mimarisi' ve bu yapının şekillendirilmesinde AB'nin oynayacağı roldü. Toplantıya, 1 Ocak'ta AB'ye yeni üye olacak olan İsveç, Finlandiya ve Avusturya'nın devlet ya da hükümet başkanları da katıldı. AB'nin geçtiğimiz birkaç yılı içinde yaptığı ve Avrupa Anlaşmaları (European Agreements) dediği anlaşmalarla, çok kısa bir süre içinde eşit üye olarak AB'ye alınmalarının koşullarını hazırlamak üzere onlara yardım etme sorumluluğunu üstlendiği altı ülkenin, Çek Cumhuriyeti, Slovak Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan'ın devlet ya da hükümet başkanları da Essen'e davet edildi. AB'nin liderleri, bu altı Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin liderlerine, Avrupa'nın geleceğini birlikte inşa etmek istediklerini, bu ülkelerin en hızlı bir şekilde tam üyeliğe hazırlanmaları ve geçmelerine yardımcı olacaklarını teyit ettiler. Yapılacakken yapılamayan Aralık 1994 AB-Türkiye Ortaklık Konseyi'nden birkaç gün önceki bu davete Türkiye çağrılmadı. Türkiye, kendisinin öngörülebilir gelecekte AB kulübüne alınmasının düşünülmediğine dâir bu davulla zurnayla ilân edilen işareti görmezlikten geldi. Korkunun ecele çare olmadığını bir türlü kabul etmek istemeyen başbakanımız, varsa eğer Bakanlar Kurulumuz ve diplomatlarımız bu fevkâlade aşağılayıcı dışlanmayı görmezlikten geldiler. Konunun Türk kamu oyunda, Türkiye'nin AB ile bir GB Anlaşması yapması meselesi ile ilişkilendirilmesini 'başarıyla' (!) engellediler. GB Anlaşması meselesinin, Türkiye açısından kabul edilemez bir mecraya kaymasını önlemek için AB'yi zorlayabileceğimiz bir tarihî fırsatı daha heba ettiler. Avrupalılara şu temel soruyu yöneltmekten korktular:

Siz, yeni bir Avrupa'nın inşası için çok kısa bir süre sonra tam üye olarak aranıza almayı düşündüğünüz ülkelerle şimdiden işbirliği yapmanın yollarını aramak için bu ülkelerin liderlerini davet ettiniz. Bize bir davetiye gelmedi. Postada mı kayboldu, Türkiye'nin adresini mi yanlış yazdınız, yoksa Türkiye'yi, öngörülebilir gelecekte Avrupa evine almayı düşündüğünüz ülkeler arasında görmüyor musunuz? Şu meseleyi bir netliğe kavuşturalım. Sizin dünya tasarımınızda Türkiye'nin öngörülebilir gelecekteki yeri, statüsü nedir? Bu GB Anlaşması'nı, meselâ Bulgaristan'la aynı tarihte tam üye olarak aranıza almayı düşündüğünüz bir Türkiye ile mi yapmak üzeresiniz, yoksa, üye olmasını asla düşünmediğiniz bir Türkiye ile mi? Bu mesele açıklığa kavuşmadan GB anlaşmasını görüşmek ve imzalamak için Ortaklık Konseyi'nin toplantısını uygun görmüyoruz. Bu AB ile ilişkilerine Ankara Anlaşması'nın, yani tam üyeliğe dönüşecek bir Ortak Üyelik statüsünün optiğinden bakan Türkiye için, mutlaka açığa kavuşturulması gereken, varoluşsal önem taşıyan bir meseledir. Düşünün, taşının. Ama mutlaka cevap verin. Bekliyoruz.

Bizim "ya gireceğiz ya gireceğiz", yani 'bize empoze edilen koşullar ne olursa olsun, bir GB Anlaşması'nı kabul edeceğiz' diyen 'cesur' (!) başbakanımız ve Brüksel ve Balgat'taki 'kahraman' (!) diplomatlarımız bu soruyu soramadılar. Niye? Türkiye açık bir cevabı zorlarsa, AB'nin, 'Hayır biz sizi mesela Bulgaristan'la birlikte tam üye olarak aramıza almayı düşünmüyoruz' diyeceğini bildikleri için. Sanki bir cenazenin kaldırılmaması ceset bir gün canlanabilir ümidini anlamlı kılarmış gibi, 'kahraman' diplomatlarımız, AB'nin bir bütün olarak temel mantığı ile fiilen yok varsaydığı Ankara Anlaşması'nın ölü mü diri mi olduğunu bakmayı reddetmeyi marifet saymakta, ‘ya ölü olduğu ortaya çıkarsa’ korkusuyla Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde fiilen kabul edilemez bir statüye kaymasına çanak tutmaktadırlar.

AB, Türkiye hükümetinin, Türk diplomasisinin sormaktan korktuğu bu aslî sorunun cevabını, Essen'de fütursuzca vermiştir. Essen Zirvesi Başkanlık Sonuç Belgesi ve zirveye katılanların basına yaptıkları açıklamalar, AB'nin Türkiye'yi tam üye olabilecek ülkeler arasında saymadığının, hattâ Türkiye'nin 1963 Ortaklık Anlaşması'ndaki Ortak Üye statüsünü de ciddîye almadığının somut işaretlerinin içermektedir. Şöyle ki:

1. 'Avrupa Birliği'nin dış ilişkileri' başlığı altındaki bölüm, uzun Başkanlık Sonuç Belgesi'nin yaklaşık olarak yarısını oluşturmaktadır. AB liderleri bu bölümde, çok açık seçik bir şekilde, daha önce sözü edilen altı Orta ve Doğu Avrupa ülkesini "Avrupa Birliği'ne tam üye olarak girmeye hazırlamak için... kapsamlı bir stratejinin kararlaştırıldığı", "Slovenya ve Baltık devletleri ile Avrupa Anlaşmaları imzalanması için gereken her şeyin yapılacağını" vurgulamışlardır ki, AB'nin Genel Meseleler Konseyi'nin, bu ülkelerin tam üyeliğe hazırlanmalarıyla ilgili AB stratejisi hakkındaki raporu, Sonuç Belgesi'nin IV. eki olarak yayınlanmıştır.

2. Sonuç Belgesi ya da eklerin hiçbir yerinde Türkiye'den bir Ortak Üye olarak söz edilmemiştir. AB liderlerinin Sonuç Belgesi, ekleri ve basın açık-lamaları Ankara Anlaşması'nı yok varsaymaktadır.

3. Sonuç Belgesi'nde Türkiye'den, 'Avrupa Birliği'nin dış ilişkileri' bölümünün 'Akdeniz Politikası' başlıklı alt bölümünde, ticarî ve iktisadî ilişkiler sürdürülen taraf anlamında sadece 'partner' olarak söz edilmektedir. İfade tam olarak şudur. "Gümrük Birliği'nin tamamlanması ve sınırlamalar/kısıtlamalar olmaksızın (unrestricted) uygulanması ve bu partnerle ilişkileri takviye etmek (reinforcing) için Türkiye ile müzakerelerin sonuçlandırılmasına ..."

4. Türkiye'nin adı ikinci kez 'insan hakları' alt başlığı adı altında, "Avrupa Konseyi, basına, Türkiye'de serbest bir şekilde seçilmiş olan Parlamento üyelerinin hapse mahkûm edilmiş olmalarından duyduğu kaygıyı ifade eden ve insan haklarına saygıyı ısrarla vurgulayan bir beyanat yaptı" ifadesinde geçmektedir.

5. Belge ve eklerinde Türkiye'den düşündürücü bir şekilde üçüncü kere söz edilen yer, Başkanlık Sonuç Belgesi'nin, "Essen'deki Avrupa Konseyi için, gelecekteki Akdeniz Politikası ile ilişkili konsey raporu" başlıklı V. ekidir. Burada:

"Komisyonun yazışmalarında gelişmiş haliyle geniş bir konu alanları aralığında işbirliğinin takviye edilmesine dayanan, Avrupa-Akdeniz partnerliğinin genel kavramını ve hedeflerini Konsey onaylar. Böyle bir partnerlik, bölgenin ülkeleri ile zaten var olan yakın ilişkiler ve Avrupa Birliği'nin şu anda var olan global Akdeniz Politikası'nın yapıları üstünde inşa edilecektir. [Bu partnerliğin] ayrıca, ilgili her ülkenin özel ihtiyaçları ve kapasitelerini hesaba katması gerekecektir" denilmekte ve hemen bir dip notu ile bu 'ilgili ülkeler'in, "Cezayir, Kıbrıs, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Malta, Fas, Suriye, Tunus, Türkiye... ve [İsrail'in] İşgali altındaki Alanlar" olduğu belirtilmektedir.

Şimdi Başbakan Çiller'e soruyorum: Hanımefendi neye dayanarak Türkiye'nin 2001 yılında AB'nin tam üyesi olacağını söylediniz? Essen Zirvesi belgelerinde, Türkiye'nin Bulgaristan, Romanya gibi üyeliği ilke olarak kabul edilmiş ülkeler arasında değil de, Mısır, Suriye gibi üyeliği hiçbir zaman söz konusu olmamış ülkeler arasında sınıflandırılmış olması, hangi anlama gelmektedir? Essen belgelerine dayanılarak, AB liderlerinin Türkiye'yi öngörülebilir gelecekte tam üye olarak aralarına alabilecekleri ülkeler arasında gördükleri söylenebilir mi?

Hayır.

Gerçekten de, zirveye katılan liderlerin basına yaptıkları açıklamalarda, üye sayısının, yukarıda sayılan altı ülkenin kabulüyle 21'e, daha sonra ise, Malta, Kıbrıs, Slovenya ve üç Baltık ülkesi'nin üye olması ile 27'ye çıkabileceği söylenmiştir. AB'nin gelecekte kaç üyeli olacağı ile ilgili olarak, zirve belgelerindeki ifadelerde, liderlerin basın açıklamalarında Türkiye'nin de tam üye olarak düşünüldüğüne dâir tek bir, en ufak bir işaret yoktur.

Balgat ve Brüksel'deki değerli arkadaşlarıma soruyorum. AB'nin Türkiye'yi tam üye olarak arasına almayı düşündüğü ülkeler arasında görmediği gerçeğini, kendinizden ve Türk milletinden daha ne kadar saklamaya devam edeceksiniz?

Türkiye'nin 1963'den beri sürdürdüğü AB ile ilişkiler politikasının temel aksiyomu, Türkiye'nin öngörülebilir gelecekte AB'ye tam üye olmasıdır. Eğer, Türkiye öngörülebilir gelecekte AB'ye tam üye olmayacaksa, bu politikanın bütünüyle değiştirilmesi gerekir.

Tango yapmak için iki kişiye ihtiyaç vardır. Türkiye, ümitleri, hevesleri, heyecanları ile AB'ye tam üye olamaz. Bizim AB'ye tam üye olmak isteğimizin karşısında, AB'nin bizi üye olarak kabul etmek isteğinin olması gerekir. Bugün artık bu isteği yoksa, buna rağmen, Türkiye'nin tam üye olacağı aksiyomuna dayanan politika, kime, ne yarar sağlayacaktır?

Yoksa Türkiye sadece bir şirketler topluluğu ve Türk ulusu da sadece bir işverenler ve işverenlere çalışanlar topluluğu mu oldu? Ticarî kazançlarımızı, belki de on beş yıl içinde kişi başına gayri safi millî hâsılamızı arttırabilecek bir yarı-müstemleke statüsü bizim için yeterli mi?

Çağdaş uygarlığı arayan, Kurtuluş Savaşı'nı verip dünyada onurlu bir yere sahip olmayı bir ara başaran tarihimizin vardığı nokta bu mu?

Türkiye'nin çıkarları, siyasetçilerimizin, milletvekili, bakan, başbakan olmak ve/veya kalmak, bürokratlarımızın da, genel müdür, müsteşar, müsteşar yardımcısı olmak ve/veya kalmak ve mümkünse çok iyi bir dış göreve atanmak oyunlarına indirgenemez. İnsanlarımızın, milletvekili, bakan, başbakan, genel müdür, müsteşar yardımcısı, müsteşar olmak ve/veya kalmak oyunu oynamaları hayatın kaçınılmaz bir boyutudur. Ama siyaset ve devlet yönetimi bu oyuna indirgenmemelidir. İndirgenmişse, indirgenirse, işte bugün şikayet ettiğimiz toplumsal ve kültürel ortam ortaya çıkar. Bir bataklığın içinde çırpınır dururuz.

Türkiye'nin küreselleşen ama ulusların ve devletlerin varlıklarının sürdüğü bir dünyada küreselleşmeye nasıl katılacağının hesapları, siyasal hesaplardır. Siyasal kararlar gerektirir. Türkiye'nin hızla değişen dünyada kendisi için en iyi ilişkileri araması ve geliştirmesi meselesi, holdinglerimizin, yabancı partnerleri ile, Türkiye ve dünya piyasalarını kendileri için en iye şekilde kullanmaları meselelerine indirgenemez. Holdinglerimizin, yabancı ortaklarıyla beraber, Türkiye ve dünya piyasalarını etkili bir şekilde kullanmaları Türkiye'ye hizmet eder, güç katar. Ama tarihte belirli bir geleneğin mirasçısı olan Türk ulusu ve onun siyasal kimliği ile oluşturduğu Cumhuriyetimiz bir şirketler topluluğundan ibaret değildir.

"Her millet lâyık olduğu idare ile idare edilir" diyen ünlü ve doğru bir söz var. Yoksa biz gerçekten de buna mı layığız?

Hayır.

Kendilerini kapalı kapılar arkasında Türkiye'nin alî menfaatlerinin bekçiliğini tek başına taşımakla görevlendirilmiş sayan değerli arkadaşlarımız. Türkiye artık, Tanzimat arifesinde Tercüme Odası'ndan yetişenlerin, milletin alî menfaatlerini koruma işlevini kendinden kaynaklanan bir görevlendirme ile tek başına üstlendikleri Türkiye değildir. Kim olursanız olun, babalarınız ve kayınpederleriniz kim olursa olsunlar, artık böyle bir rol oynamanızı istemiyoruz. Âli Paşalar, Fuat Paşalar, Mustafa Reşit Paşalar nur içerisinde yatsınlar. O dönemin Türkiye'si onları bu kendinden kaynaklanan otorite ile bir şeyler yapmaya zorladı. Ama bugünün Türkiye'sinde yeni Âli Paşalara, Mustafa Reşit Paşalara ihtiyacımız yok. Yeni Stradford Canning'lere de ihtiyacımız olmadığı gibi. O eski rolünüzü devam ettirebileceğiniz vehmini sürdürmeniz, sizi de toplumunuzu da zor durumlara sokuyor. Verebileceğiniz değerli hizmetleri vermeye çalışırken kendi kendinizi engelliyorsunuz. Demokrasilerde, gündeminde askerî sırlar olan konular dışında gizli diplomasi olmamalıdır. Biraz tevazu ve bol miktarda açıklık. Lütfen.

Yeni Türkiye, Yıl 1, Sayı 3, Mart-Nisan 1995’de yayınlanan makale.

Home      Top       Online Articles

..