|
Bu Gümrük Birliği Anlaşması Mutlaka Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde Görüşülmeli ve Oylanmalıdır
Türkiye'de
çok uzun bir süreden beri, haysiyetli bir ulus ve itibarlı bir devlet olarak
varlığımızı etkileyecek temel meselelerimiz, fanî nefislerin ilkesiz
ihtiraslarının oyuncağı olmuştur. Bazı siyasetçilerimizin ve bazı
bürokratlarımızın ağzından o ölçüde ciddîyetsiz, yanlış, yanıltıcı söz
çıkıyor, sorunlarımız ve çıkarlarımızın, akılla, cesaretle ve dürüstlükle
tartışıldığı platformlar olması gereken bazı gazeteler ve televizyon kanalları,
görünmez orkestra şeflerinin batonlarını izleyerek o ölçüde hoş heyecan
taşkınlıkları sergiliyorlar ki, insan, böyle bir ortamda tutarlı bir çözümleme
yapmaya çalışmanın anlamlılığından kuşku duymaya başlıyor.
Gümrük
Birliği Anlaşması'nın imzalanması vesilesiyle sürdürülen ve kamu oyunu etkilemeye
yönelik resmî kampanya, Türkiye'nin önemli konularda kamu oyunun bilerek ve sistematik
bir şekilde yanıltmanın, bunu yapan siyasetçinin ve bürokratın önüne, eninde
sonunda mutlaka siyasî bir fatura getireceği bir açık toplum, çoğulcu demokrasi mi
olduğu, yoksa, görünen siyasî platformların görünmeyen iktidar ortakları
tarafından manipüle edildiği, kritik bir şekilde sistematik yalana dayanan resmî
söylemli, Doğu Avrupa'daki eski Bolşevik diktatörlükleri andıran bir kapalı toplum
mu olduğu konusunu düşünmemizi gerektiriyor.
Her şeye
rağmen, Cumhuriyetimizin kurucusu ve temeli olan Türkiye Büyük Millet Meclisi
geleneğinin, bir ulus olarak uygarlık, çağdaşlık ve refah arayışlarımızda
taşıdığı özel sorumlulukları kaldırabilecek canlılığa hâlâ sahip olduğuna
inanmamız gerekiyor.
6 Mart'ta
imzalanan anlaşma yürürlüğe girerse, Meclis'te başkanlık kürsüsünün
arkasındaki 'Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' ifadesini bundan böyle, ' Bu
Gümrük Birliği Anlaşması yürürlükte olduğu sürece, bu anlaşmanın kapsamına
giren konularda hâkimiyet fiilen Brüksel'indir, geri kalan konularda milletindir'
şeklinde yorumlamak lâzım. Türkiye Büyük Millet Meclis'i Türk ulusu adına bu
kısmî yetki devri kararını verebilir. Ama bu kararı ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi verebilir. Bir Bakanlar Kurulu'nun var olup olmadığının belirsiz olduğu bir
ortamda Başbakan Çiller ve arkadaşları, Balgat'taki ve Brüksel'deki
diplomatlarımız, İktisadî Kalkınma Vakfı'ndaki iş adamlarımız değil.
1987 tam
üyelik müracaatının yapılmasından beri Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ile
ilişkilerini yürütenlerin zihniyeti, her geçen gün daha aşikâr hâle gelen
değerlendirme, strateji ve müzakere hatalarının açığa çıkmasını engellemek
için sürdürülen, gerçekleri kamu oyundan gizleme, Türk ulusunu, âdeta eski bir
Doğu Avrupa diktatörlüğündeki gibi yanlış enformasyonla oya-lama anlayışına yol
açmıştır. Brüksel'de ya da Balgat'ta kapalı kapılar arkasında konuşulanlarla,
resmî ağızlardan kamu oyuna açıklananlar arasında galaksiler arası boşluklar kadar
kopukluklar vardır.
Çiller'in,
'fethettiği' (!) Brüksel'den dönerken, "2001 yılında Türkiye AB'nin tam üyesi
olacak" ifadesi, 1987'den beri sürdürülen ve gerçeklerden galaksiler kadar uzak,
resmî ve hayalî AB ile ilişkiler politikamızın desenformasyon söyleminin son
'şahikası'dır.
İmzalanan
GB Anlaşması'nın Türkiye için kabul edilebilir, iyi bir şey mi olduğu, yoksa bu
haliyle kabul edilmemesi gereken kötü bir metin mi olduğu konusunda, hislerden,
komplekslerden uzak bir yargıya varmamızda kritik önem taşıyan parametre, AB'nin,
öngörülebilir gelecekte Türkiye'yi tam üyeliğe kabul etmeyi düşünüp
düşünmediğidir. Bunun içindir ki Çiller'in bu ifadesini gerçeklerle
çarpıştırmak, hayatî bir önem arz etmektedir.
AB, 9 ve
10 Aralık 1994'te Essen'de bir zirve toplantısı yaptı. Bu toplantının ana meselesi,
Avrupa'nın gelecekteki 'mimarisi' ve bu yapının şekillendirilmesinde AB'nin
oynayacağı roldü. Toplantıya, 1 Ocak'ta AB'ye yeni üye olacak olan İsveç,
Finlandiya ve Avusturya'nın devlet ya da hükümet başkanları da katıldı. AB'nin
geçtiğimiz birkaç yılı içinde yaptığı ve Avrupa Anlaşmaları (European Agreements) dediği anlaşmalarla, çok
kısa bir süre içinde eşit üye olarak AB'ye alınmalarının koşullarını
hazırlamak üzere onlara yardım etme sorumluluğunu üstlendiği altı ülkenin, Çek
Cumhuriyeti, Slovak Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan'ın devlet ya
da hükümet başkanları da Essen'e davet edildi. AB'nin liderleri, bu altı Orta ve
Doğu Avrupa ülkesinin liderlerine, Avrupa'nın geleceğini birlikte inşa etmek
istediklerini, bu ülkelerin en hızlı bir şekilde tam üyeliğe hazırlanmaları ve
geçmelerine yardımcı olacaklarını teyit ettiler. Yapılacakken yapılamayan Aralık
1994 AB-Türkiye Ortaklık Konseyi'nden birkaç gün önceki bu davete Türkiye
çağrılmadı. Türkiye, kendisinin öngörülebilir gelecekte AB kulübüne
alınmasının düşünülmediğine dâir bu davulla zurnayla ilân edilen işareti
görmezlikten geldi. Korkunun ecele çare olmadığını bir türlü kabul etmek istemeyen
başbakanımız, varsa eğer Bakanlar Kurulumuz ve diplomatlarımız bu fevkâlade
aşağılayıcı dışlanmayı görmezlikten geldiler. Konunun Türk kamu oyunda,
Türkiye'nin AB ile bir GB Anlaşması yapması meselesi ile ilişkilendirilmesini
'başarıyla' (!) engellediler. GB Anlaşması meselesinin, Türkiye açısından kabul
edilemez bir mecraya kaymasını önlemek için AB'yi zorlayabileceğimiz bir tarihî
fırsatı daha heba ettiler. Avrupalılara şu temel soruyu yöneltmekten korktular:
Siz, yeni
bir Avrupa'nın inşası için çok kısa bir süre sonra tam üye olarak aranıza almayı
düşündüğünüz ülkelerle şimdiden işbirliği yapmanın yollarını aramak için bu
ülkelerin liderlerini davet ettiniz. Bize bir davetiye gelmedi. Postada mı kayboldu,
Türkiye'nin adresini mi yanlış yazdınız, yoksa Türkiye'yi, öngörülebilir
gelecekte Avrupa evine almayı düşündüğünüz ülkeler arasında görmüyor musunuz?
Şu meseleyi bir netliğe kavuşturalım. Sizin dünya tasarımınızda Türkiye'nin
öngörülebilir gelecekteki yeri, statüsü nedir? Bu GB Anlaşması'nı, meselâ
Bulgaristan'la aynı tarihte tam üye olarak aranıza almayı düşündüğünüz bir
Türkiye ile mi yapmak üzeresiniz, yoksa, üye olmasını asla düşünmediğiniz bir
Türkiye ile mi? Bu mesele açıklığa kavuşmadan GB anlaşmasını görüşmek ve
imzalamak için Ortaklık Konseyi'nin toplantısını uygun görmüyoruz. Bu AB ile
ilişkilerine Ankara Anlaşması'nın, yani tam üyeliğe dönüşecek bir Ortak Üyelik
statüsünün optiğinden bakan Türkiye için, mutlaka açığa kavuşturulması gereken,
varoluşsal önem taşıyan bir meseledir. Düşünün, taşının. Ama mutlaka cevap
verin. Bekliyoruz.
Bizim
"ya gireceğiz ya gireceğiz", yani 'bize empoze edilen koşullar ne olursa
olsun, bir GB Anlaşması'nı kabul edeceğiz' diyen 'cesur' (!) başbakanımız ve
Brüksel ve Balgat'taki 'kahraman' (!) diplomatlarımız bu soruyu soramadılar. Niye?
Türkiye açık bir cevabı zorlarsa, AB'nin, 'Hayır biz sizi mesela Bulgaristan'la
birlikte tam üye olarak aramıza almayı düşünmüyoruz' diyeceğini bildikleri için.
Sanki bir cenazenin kaldırılmaması ceset bir gün canlanabilir ümidini anlamlı
kılarmış gibi, 'kahraman' diplomatlarımız, AB'nin bir bütün olarak temel mantığı
ile fiilen yok varsaydığı Ankara Anlaşması'nın ölü mü diri mi olduğunu bakmayı
reddetmeyi marifet saymakta, ‘ya ölü olduğu ortaya çıkarsa’ korkusuyla
Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde fiilen kabul edilemez bir statüye kaymasına çanak
tutmaktadırlar.
AB,
Türkiye hükümetinin, Türk diplomasisinin sormaktan korktuğu bu aslî sorunun
cevabını, Essen'de fütursuzca vermiştir. Essen Zirvesi Başkanlık Sonuç Belgesi ve
zirveye katılanların basına yaptıkları açıklamalar, AB'nin Türkiye'yi tam üye
olabilecek ülkeler arasında saymadığının, hattâ Türkiye'nin 1963 Ortaklık
Anlaşması'ndaki Ortak Üye statüsünü de ciddîye almadığının somut işaretlerinin
içermektedir. Şöyle ki:
1.
'Avrupa Birliği'nin dış ilişkileri' başlığı altındaki bölüm, uzun Başkanlık
Sonuç Belgesi'nin yaklaşık olarak yarısını oluşturmaktadır. AB liderleri bu
bölümde, çok açık seçik bir şekilde, daha önce sözü edilen altı Orta ve Doğu
Avrupa ülkesini "Avrupa Birliği'ne tam üye olarak girmeye hazırlamak için...
kapsamlı bir stratejinin kararlaştırıldığı", "Slovenya ve Baltık
devletleri ile Avrupa Anlaşmaları imzalanması için gereken her şeyin
yapılacağını" vurgulamışlardır ki, AB'nin Genel Meseleler Konseyi'nin, bu
ülkelerin tam üyeliğe hazırlanmalarıyla ilgili AB stratejisi hakkındaki raporu,
Sonuç Belgesi'nin IV. eki olarak yayınlanmıştır.
2. Sonuç
Belgesi ya da eklerin hiçbir yerinde Türkiye'den bir Ortak Üye olarak söz
edilmemiştir. AB liderlerinin Sonuç Belgesi, ekleri ve basın açık-lamaları Ankara
Anlaşması'nı yok varsaymaktadır.
3. Sonuç
Belgesi'nde Türkiye'den, 'Avrupa Birliği'nin dış ilişkileri' bölümünün 'Akdeniz
Politikası' başlıklı alt bölümünde, ticarî ve iktisadî ilişkiler sürdürülen
taraf anlamında sadece 'partner' olarak söz edilmektedir. İfade tam olarak şudur.
"Gümrük Birliği'nin tamamlanması ve sınırlamalar/kısıtlamalar olmaksızın (unrestricted) uygulanması ve bu partnerle
ilişkileri takviye etmek (reinforcing) için
Türkiye ile müzakerelerin sonuçlandırılmasına ..."
4.
Türkiye'nin adı ikinci kez 'insan hakları' alt başlığı adı altında, "Avrupa
Konseyi, basına, Türkiye'de serbest bir şekilde seçilmiş olan Parlamento üyelerinin
hapse mahkûm edilmiş olmalarından duyduğu kaygıyı ifade eden ve insan haklarına
saygıyı ısrarla vurgulayan bir beyanat yaptı" ifadesinde geçmektedir.
5. Belge
ve eklerinde Türkiye'den düşündürücü bir şekilde üçüncü kere söz edilen yer,
Başkanlık Sonuç Belgesi'nin, "Essen'deki Avrupa Konseyi için, gelecekteki Akdeniz
Politikası ile ilişkili konsey raporu" başlıklı V. ekidir. Burada:
"Komisyonun
yazışmalarında gelişmiş haliyle geniş bir konu alanları aralığında
işbirliğinin takviye edilmesine dayanan, Avrupa-Akdeniz partnerliğinin genel
kavramını ve hedeflerini Konsey onaylar. Böyle bir partnerlik, bölgenin ülkeleri ile
zaten var olan yakın ilişkiler ve Avrupa Birliği'nin şu anda var olan global Akdeniz
Politikası'nın yapıları üstünde inşa edilecektir. [Bu partnerliğin] ayrıca,
ilgili her ülkenin özel ihtiyaçları ve kapasitelerini hesaba katması
gerekecektir" denilmekte ve hemen bir dip notu ile bu 'ilgili ülkeler'in,
"Cezayir, Kıbrıs, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Malta, Fas, Suriye, Tunus,
Türkiye... ve [İsrail'in] İşgali altındaki Alanlar" olduğu belirtilmektedir.
Şimdi
Başbakan Çiller'e soruyorum: Hanımefendi neye dayanarak Türkiye'nin 2001 yılında
AB'nin tam üyesi olacağını söylediniz? Essen Zirvesi belgelerinde, Türkiye'nin
Bulgaristan, Romanya gibi üyeliği ilke olarak kabul edilmiş ülkeler arasında değil
de, Mısır, Suriye gibi üyeliği hiçbir zaman söz konusu olmamış ülkeler arasında
sınıflandırılmış olması, hangi anlama gelmektedir? Essen belgelerine dayanılarak,
AB liderlerinin Türkiye'yi öngörülebilir gelecekte tam üye olarak aralarına
alabilecekleri ülkeler arasında gördükleri söylenebilir mi?
Hayır.
Gerçekten
de, zirveye katılan liderlerin basına yaptıkları açıklamalarda, üye sayısının,
yukarıda sayılan altı ülkenin kabulüyle 21'e, daha sonra ise, Malta, Kıbrıs,
Slovenya ve üç Baltık ülkesi'nin üye olması ile 27'ye çıkabileceği
söylenmiştir. AB'nin gelecekte kaç üyeli olacağı ile ilgili olarak, zirve
belgelerindeki ifadelerde, liderlerin basın açıklamalarında Türkiye'nin de tam üye
olarak düşünüldüğüne dâir tek bir, en ufak bir işaret yoktur.
Balgat ve
Brüksel'deki değerli arkadaşlarıma soruyorum. AB'nin Türkiye'yi tam üye olarak
arasına almayı düşündüğü ülkeler arasında görmediği gerçeğini, kendinizden
ve Türk milletinden daha ne kadar saklamaya devam edeceksiniz?
Türkiye'nin
1963'den beri sürdürdüğü AB ile ilişkiler politikasının temel aksiyomu,
Türkiye'nin öngörülebilir gelecekte AB'ye tam üye olmasıdır. Eğer, Türkiye
öngörülebilir gelecekte AB'ye tam üye olmayacaksa, bu politikanın bütünüyle
değiştirilmesi gerekir.
Tango
yapmak için iki kişiye ihtiyaç vardır. Türkiye, ümitleri, hevesleri, heyecanları
ile AB'ye tam üye olamaz. Bizim AB'ye tam üye olmak isteğimizin karşısında, AB'nin
bizi üye olarak kabul etmek isteğinin olması gerekir. Bugün artık bu isteği yoksa,
buna rağmen, Türkiye'nin tam üye olacağı aksiyomuna dayanan politika, kime, ne yarar
sağlayacaktır?
Yoksa
Türkiye sadece bir şirketler topluluğu ve Türk ulusu da sadece bir işverenler ve
işverenlere çalışanlar topluluğu mu oldu? Ticarî kazançlarımızı, belki de on
beş yıl içinde kişi başına gayri safi millî hâsılamızı arttırabilecek bir
yarı-müstemleke statüsü bizim için yeterli mi?
Çağdaş
uygarlığı arayan, Kurtuluş Savaşı'nı verip dünyada onurlu bir yere sahip olmayı
bir ara başaran tarihimizin vardığı nokta bu mu?
Türkiye'nin
çıkarları, siyasetçilerimizin, milletvekili, bakan, başbakan olmak ve/veya kalmak,
bürokratlarımızın da, genel müdür, müsteşar, müsteşar yardımcısı olmak
ve/veya kalmak ve mümkünse çok iyi bir dış göreve atanmak oyunlarına indirgenemez.
İnsanlarımızın, milletvekili, bakan, başbakan, genel müdür, müsteşar
yardımcısı, müsteşar olmak ve/veya kalmak oyunu oynamaları hayatın kaçınılmaz
bir boyutudur. Ama siyaset ve devlet yönetimi bu oyuna indirgenmemelidir.
İndirgenmişse, indirgenirse, işte bugün şikayet ettiğimiz toplumsal ve kültürel
ortam ortaya çıkar. Bir bataklığın içinde çırpınır dururuz.
Türkiye'nin
küreselleşen ama ulusların ve devletlerin varlıklarının sürdüğü bir dünyada
küreselleşmeye nasıl katılacağının hesapları, siyasal hesaplardır. Siyasal
kararlar gerektirir. Türkiye'nin hızla değişen dünyada kendisi için en iyi
ilişkileri araması ve geliştirmesi meselesi, holdinglerimizin, yabancı partnerleri
ile, Türkiye ve dünya piyasalarını kendileri için en iye şekilde kullanmaları
meselelerine indirgenemez. Holdinglerimizin, yabancı ortaklarıyla beraber, Türkiye ve
dünya piyasalarını etkili bir şekilde kullanmaları Türkiye'ye hizmet eder, güç
katar. Ama tarihte belirli bir geleneğin mirasçısı olan Türk ulusu ve onun siyasal
kimliği ile oluşturduğu Cumhuriyetimiz bir şirketler topluluğundan ibaret değildir.
"Her
millet lâyık olduğu idare ile idare edilir" diyen ünlü ve doğru bir söz var.
Yoksa biz gerçekten de buna mı layığız?
Hayır.
Kendilerini
kapalı kapılar arkasında Türkiye'nin alî menfaatlerinin bekçiliğini tek başına
taşımakla görevlendirilmiş sayan değerli arkadaşlarımız. Türkiye artık, Tanzimat
arifesinde Tercüme Odası'ndan yetişenlerin, milletin alî menfaatlerini koruma
işlevini kendinden kaynaklanan bir görevlendirme ile tek başına üstlendikleri
Türkiye değildir. Kim olursanız olun, babalarınız ve kayınpederleriniz kim olursa
olsunlar, artık böyle bir rol oynamanızı istemiyoruz. Âli Paşalar, Fuat Paşalar,
Mustafa Reşit Paşalar nur içerisinde yatsınlar. O dönemin Türkiye'si onları bu
kendinden kaynaklanan otorite ile bir şeyler yapmaya zorladı. Ama bugünün
Türkiye'sinde yeni Âli Paşalara, Mustafa Reşit Paşalara ihtiyacımız yok. Yeni
Stradford Canning'lere de ihtiyacımız olmadığı gibi. O eski rolünüzü devam
ettirebileceğiniz vehmini sürdürmeniz, sizi de toplumunuzu da zor durumlara sokuyor.
Verebileceğiniz değerli hizmetleri vermeye çalışırken kendi kendinizi
engelliyorsunuz. Demokrasilerde, gündeminde askerî sırlar olan konular dışında gizli
diplomasi olmamalıdır. Biraz tevazu ve bol miktarda açıklık. Lütfen.
Yeni Türkiye, Yıl 1, Sayı 3, Mart-Nisan
1995’de yayınlanan makale. |