KIBRIS SORUNU


Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla, İngiltere’nin, Kıbrıs üzerindeki fiili egemenliği, hukuki bir dayanağa kavuşturulduktan sonra, Türkiye ve Yunanistan, bu statüye sadık davranışlar sergilemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, Oniki Adaların Yunanistan’a verilmesiyle birlikte, Kıbrıs konusunda da bazı ulusçu beklentiler gündeme gelmiştir.

Savaşın sona ermesiyle birlikte, özellikle Kıbrıs Rum toplumu içerisinde İngiltere’den bağımsızlığın alınması ve Yunanistan’la birleşme yönünde tartışmalar yapılmıştır. Ancak, 1946-49 yılları arasında Yunanistan’da yaşanan iç savaşın yaratmış olduğu karmaşa ve İngiltere’nin ekonomik, siyasi ve askeri yardımlarının Yunanistan üzerinde yaratmış olduğu bağımlılık ilişkisi, Yunanistan’ın bu tür ulusçu beklentileri desteklemesini engellemiştir. Gerçekten de, Yunanistan, 1950 yılı başlarına kadar Kıbrıs Rum toplumu liderleri tarafından yöneltilen isteklere karşı soğuk davranmışlardır. Hatta, General Plastiras Hükümeti, 1950 yılında Kıbrıs’ta yapılan halkoylamasını kabullenmekten kaçınmış ve bu durumun Yunanistan ile İngiltere arasında yakınlaşmayı sekteye uğratacağından çekinmiştir. 1950 Haziranında ise, G. Papandreou, “Bugün Yunanistan biri İngiltere diğeri ABD olan iki ciğerle nefes almaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs konusu yüzünden nefessiz kalarak boğulmaya dayanamaz” diyerek, benzer bir kaygıyı dile getirmiştir.[i]

Bu yaklaşım çerçevesinde, 1951 yılında Makarios’un Kıbrıs konusunu BM’e götürmek için yapmış olduğu girişimler, Yunanistan tarafından hoş karşılanmamış ve Makarios’un ısrarlı tutumu karşısında Yunanistan, bu yöndeki bir girişimin başarısız kalacağı ve kendisinin de Kıbrıslılar ve diğer insanlar karşısında saygınlığını yitirebileceğini bildirmiştir.[ii]

Diğer yandan, 1951 yılında Yunanistan’da Kıbrıs konusunda kamuoyu giderek artan bir ilgi ile hükümet üzerinde baskı yapmaya başlamış ve sonunda General Plastiras bu konuda bazı girişimler yapmak zorunda kalmıştır. Kıbrıs konusunun BM’e götürülmesi hazırlıkları sürerken, İngiltere’nin bu konuda görüşmelerde bulunmak istemesi ile, Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki girişimleri hızlanmaya başlamıştır. Yunanistan’da S. Venizelos’un yapmış olduğu bir açıklama, bu konuda resmi politikaların artık değişmiş olduğunun göstergesi olmuştur. S. Venizelos’un bir İngiliz bakanının, “hiç bir Yunan hükümetinin şimdiye kadar Kıbrıs konusunda resmi iddialarda bulunmamış olduğunu “ açıklamasına tepki olarak, yapmış olduğu açıklamaya göre, “1912’den beri, Yunanistan’da her Yunan hükümeti açıkça Kıbrıs ve Yunanistan’ın birleşmesi isteğini dile getirmiştir. Bu konudaki eksiklikler ise İngiltere’nin davranışları ve Yunan hükümetlerinin, sorunu zamanı geldiğinde barışçıl yollardan çözümlemek için bekleme taktiklerinden kaynaklanmıştır. Yunan hükümetlerinin Kıbrıs sorununa ilişkin yaklaşımları üzerinde olası şüphelerin giderilmesi için, (...) Yunan halkı gibi Parlamento da Kıbrıs’ın anavatan Yunanistan’la birleşmesi yönündeki Yunanistan’ın istemleri daima var olmuştur ve bu istek, Yunan halkının olduğu kadar bütün Kıbrıslıların ateşli arzularını yansıtmaktadır.” [iii]

Yunanistan’ın Kıbrıs’a ilişkin politikasının değişmesiyle birlikte bu ülke ile İngiltere arasında 1955’lere kadar süren bir görüşme süreci yaşanmıştır. İki ülke arasında, Kıbrıs konusunda görüşmeler sürerken İngiltere ve ABD’nin Ortadoğu’daki savunma ve işbirliği çabaları içerisinde Yunanistan ve Türkiye arasında ilişkiler sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır.

Yunanistan’ın, Kıbrıs politikasında yaklaşımlarını değiştiren bir faktör ise, Türkiye’nin uzun süre bu sorunu İngiltere’nin bir iç sorunu olarak değerlendirmiş olmasının yaratmış olduğu cesaretlendirici ortam olmuştur. Gerçekten de, 1954-55 yılları arasında Yunanistan’ın Kıbrıs üzerindeki istemleri resmiyet kazandıkça ve İngiltere’nin de ada üzerindeki egemenliğinden vazgeçebileceği olasılığı arttıkça Türkiye, sorunla ilgilenmeye başlamıştır. Bu ilgilenme, biraz da Kıbrıs Türk toplumunun baskıları ve konunun, ulusal basın ve kamuoyu tarafından ilgi ile karşılanmış olmasından kaynaklanmıştır. Türkiye, genel olarak, adadaki İngiliz egemenliğinin devam ettirilmesi yolunda bir dış politika izlemekle birlikte, giderek, adanın gelecekteki statüsünün tartışılmaya başlanması ile birlikte, Lozan Antlaşması’nın 16. maddesine dayanarak, gelecekteki statüsünün belirlenmesinde bir taraf olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya atmıştır.

“1954 yılında Yunanistan’ın sorunu Birleşmiş Milletler’e getirme çabaları yoğunluk kazanmaya başladığında, Türkiye de sorunla resmen ilgilenmek gereğini duymaya başlamıştır. Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Yunan Hükümeti’ne, Türkiye’nin adadaki statünün korunmasından yana olduğunu, eğer adanın geleceğine ilişkin herhangi bir çaba göstereceklerse bu konuda Türkiye’nin de bir taraf olarak görülmesi  gerektiğini ve sorunu Birleşmiş Milletler’e götürmenin Türk-Yunan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyeceğine inandığını iletmiştir.”  [iv]

1954 yılında Yunan hükümetinin Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletlere götürerek self-determination (kendi kaderini tayin hakkı) hakkının tanınmasını isteyeceğini açıklaması, Türkiye’nin, görüşlerini açıkça belirtmesini gerektirmiştir. Nitekim, Türkiye’nin görüşlerini açıklayan F. Köprülü’nün belirttiğine göre; “İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs konusunda Yunan liderleri ile asla görüşmeler yapılmadı ve konunun Yunanistan ile görüşülmesi uygunsuz bir davranış olacaktı. Türkiye için ‘Kıbrıs sorunu’ bulunmamaktadır; ancak günün birinde adanın geleceği İngiltere ile görüşülecek bir konu olarak ortaya çıkarsa, adada yaşayan büyük orandaki Türk azınlığın varlığı Türkiye’ye konu üzerindeki görüşlerini açıklama hakkı verecektir. Bununla beraber Türk hükümetinin görüşüne göre adanın bugünkü statüsünde bir değişikliğin yapılması uygun değildir.”  [v]

Yunanistan’ın, 16 Ağustos 1954 tarihinde, konuyu BM’e götürmesi ve ardından da istediği sonucu elde edememesi, Kıbrıs konusunun uluslararası boyutlarını ortaya çıkarırken, Kıbrıs ve Yunanistan’da İngiltere karşıtı bir kamuoyunun oluşmasına neden olmuştur. 1955 yılında ise, İngiltere, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak, taraflar arasında Londra’da bir görüşme yapılmasını önermiş ve Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında Londra’da bir konferans toplanmıştır. Tarafların resmi görüşlerinin belirginlik kazanmış olduğu bu toplantı sürerken Türk-Yunan ilişkileri açısından oldukça olumsuz etkiler yaratacak olan 6 Eylül olayları yaşanmıştır.

1955-60 süreci, bir yandan, taraflar arasında Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin  görüşmelerin yapıldığı, diğer yandan ise, adadaki toplumlar arasında da görüş ayrılıklarının yaşanmaya başlandığı bir olaylar zinciri oluşturmuştur. Adada İngiliz egemenliğine karşı başlamış olan şiddet eylemleri, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması çabalarına en önemli engel olarak görülmeye başlanan adadaki Türk toplumuna da yönelik olmaya başlamıştır.

“Kıbrıs’da yoğun gerginliğin sonucu olarak 1958 yılında meydana gelen kanlı toplumlararası çatışmalar, Kıbrıslı Rumlar’ın mücadelesinin amacı olan İngilizlerin Ada’dan çıkarılması sorununu ikincil plana iterek Kıbrıs sorununun niteliğini sömürge sorunu halinden Türk-Yunan sorununa dönüştürülmesi sürecini tamamlamıştır.”  [vi]

1959 yılında ise, uluslararası sistemdeki bölgesel olayların  müttefikler arasındaki  işbirliği ve dayanışma çabalarını gerektirmesi, ABD ve NATO’nun baskılarıyla; “Türkiye ve Yunanistan ikili müzakerelere girişmişler ve iki devletin başbakanları arasında 5-11 Şubat 1959’da Zürih’de yapılan görüşmelerde bağımsız bir ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ kurulmasına karar verilerek, bu bağımsız devlet içinde ‘Kıbrıs Türk Toplumunun’ hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alan anayasa esasları ile, diğer ilgili anlaşmalar tespit edilmiştir. Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959’da Londra’da, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumları temsilcileri tarafından imza edilmiştir.” [vii]

1960 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra, adada Rum toplumunun Türk toplumu üzerinde oluşturmaya başladığı baskılar ve anayasal haklardan yararlandırmama girişimleri, toplumlar arasında yeni gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. 1963 ve 1964 yıllarında ise, adadaki toplumlar arası çatışmalar hızlanmış ve giderek Türk azınlığın yok edilmesi çabalarına dönüşmüştür. Türk toplumuna yönelik saldırıların artması ve anayasal düzenin getirmiş olduğu hakların uygulanmaması, Türkiye’nin tepkisine neden olmuştur. 1964 yılı, bu bağlamda hem Türk-Yunan ilişkilerinde getirmiş olduğu değişiklikler, hem de Türk dış politikasında yaratmış olduğu etkiler bakımından oldukça önemli bir yıl olmuştur.

1963 ve 1964 yıllarında, Kıbrıs Türk toplumu üzerinde yoğunlaşan baskılar ve saldırılar, Türkiye’yi garantörlük sıfatını kullanarak Kıbrıs Türklerine yapılan saldırıları durdurmak için girişimlerde bulunmaya zorlamıştır. 1963 Aralığında, Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen saldırıların bir katliama dönüşmesi üzerine, Türkiye, caydırıcı askeri önlemler almak gereğini duymuş ve Türk savaş uçakları ada üzerinde uçmaya başlamışlardır. 1964 yılı içerisinde, Garanti Antlaşmasını imzalayan devletler biraraya gelerek durumu görüşmüş, ancak, Londra’da yapılan görüşmelerden somut bir sonuç elde etmek mümkün olmamıştır. Bu arada, Makarios yönetiminin Yunanistan’daki G. Papandreou hükümetinden destek alarak Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumları arasında denge ve statüyü kuran Zürih ve Londra Antlaşmalarını tanımama yaklaşımı sergilemesi ve ittifak Anlaşmasını feshetmesi, yeni bir gerginlik oluşturmaya başlamıştır. Makarios yönetiminin Yunanistan’ın da desteğini sağlayarak adanın statüsünü değiştirmeye çalışması giderek Kıbrıs Rumlarının hızlı bir silahlanma içerisine girmelerine yol açmıştır. Bu durum adadaki Türk ve Rum toplumları arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine yol açarken Türkiye ve Yunanistan arasında da sertliklere neden olmuştur.

Bu gerginliklerin artmasıyla birlikte Türkiye, 1964 yılı ortalarında adaya askeri müdahalede bulunma kararı almak zorunluluğunu duymuştur. Ancak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Kıbrıs nedeniyle çıkabilecek bir savaş sonucunda bozulabileceği ve bunun genelde Batı-NATO, özelde ABD çıkarları üzerinde yaratacağı olumsuz etkilerden çekinen ABD, Türkiye’nin bu kararını oldukça sert bir tepki göstererek engellemiştir. Tarihe ünlü “Jhonson Mektubu” olarak geçen ABD’nin Türk müdahalesini engelleme girişimi, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemekle beraber, Türk-ABD ilişkilerinde oldukça önemli bir güvensizliğin ve hayal kırıklığının yaşanmasına ve Türk dış politikasında yön değişikliğine gidilmesine yol açmıştır.

ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemesinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında ikili ilişkilerde yeni bir yaklaşım havası  belirmiştir. Yunanistan’daki iktidar değişikliğinin de etkilemiş olduğu bu durum kısa sürmüş ve 1967 yılı geldiğinde Kıbrıs’ta Türk  toplumuna karşı yürütülen katliamlar ve baskılar yeniden başlamıştır. 1964 yılından itibaren Makarios yönetimi ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Enosis’e yönelik dayanışma ve işbirliğini artırmış  olması, Kıbrıs’ın Yunanistan tarafından hızla silahlandırılması sonucunu doğurmuştur.  Nitekim, bu işbirliğinin bir sonucu olarak Yunanistan, General Grivas komutasında 20000 Yunan askerini gizlice Kıbrıs’a göndermiş, ayrıca Kıbrıs Rum Muhafız Ordusunu silah ve askeri gereksinimler açısından güçlendirmiştir.

1967 yılında Yunanistan’da askeri cuntanın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda görüşmelere yeniden başlanmış, ancak bu görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gerçekte, cunta yönetiminin Türkiye ile Kıbrıs konusunda başlatmış olduğu görüşmeler, Yunanistan’ın Türkiye’ye bazı ödünler vererek Enosis’i gerçekleştirmek istemesinin bir sonucudur; askeri yönetim Kıbrıs’ta Türk toplumuna bazı azınlık hakları vererek, adada Türkiye ve NATO için askeri üsler vererek ve Batı Trakya’da Türkiye lehine bazı düzenlemeler yaparak Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini sağlamaya çalışırken Yunanistan’da askeri yönetime karşı oluşmaya başlayan olumsuz yaklaşımlar karşısında ulusal saygınlık kazanma çabası içerisinde olmuştur. Türkiye ve Yunanistan arasında, 9 Eylül’de Keşan’da, 10 Eylül’de Dedeağaç’da yapılan görüşmeler sırasında Türkiye’nin kararlı tutumunu koruyarak Yunanistan’ın Enosis isteklerine karşı çıkmasından sonra, Aralık ayı içerisinde Türk-Yunan ilişkilerini gerginleştiren yeni olaylar yaşanmıştır. Kıbrıs Türk toplumuna yönelik kitlesel katliam türünden saldırılar karşısında Türkiye harekete geçerek Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan’a, Türk toplumuna yönelik saldırılar durdurulmadığı, adadaki gizlice yerleştirilmiş bulunan Yunan kuvvetleri geri çekilmediği takdirde, anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunacağını açıklamıştır. Yapılan arabulucu girişimler sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşa yol açabilecek bunalım hafifletilmiş ve daha sonra Aralık ayı başlarında varılan anlaşma ile Kıbrıs’a gizlice ve anlaşmalara aykırı olarak yerleştirilen Yunan kuvvetleri adadan ayrılmış, Türkiye ise, Kıbrıs’a müdahalede bulunma hazırlıklarını durdurmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasında başlayan yeni ilişkiler Kıbrıs konusunda ılımlı bir iyimserliğin doğmasına yol açmıştır. 1968 yılından itibaren iki ülke arasında görüşmeler yeniden başlarken Kıbrıs’ta da 1974 yılına kadar devam edecek bir sessizlik dönemi başlamıştır. Böylesi bir gelişmenin yaşanmasında, 1963-64 ve 1967 yıllarında yaşanan saldırılar sonrasında, Kıbrıs Türk toplumunun saldırılara karşı koyabilmek amacıyla birarada yaşamaya başlamış olmaları, 1967 bunalımı sonrasında ise, kendi yönetimsel yapılarını geliştirmeye başlamış olmasının rolü büyüktür.

Kıbrıs konusunda Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin azaltılması sonrasında başlatılan görüşmelerle birlikte açılan yeni süreç, Kıbrıs’ın “Enosis” yoluyla Yunanistan’a bağlanması girişimlerini bir süre için askıda bırakmıştır. 1960’ların sonlarına doğru Kıbrıs Rum Yönetimi, giderek Yunanistan’dan bağımsız bir politika izlemeye başlamıştır. Yunanistan’da askeri yönetimin iç ve dış politikada izlemekte olduğu çizginin hem ulusal hem de uluslararası alanda tepki görmeye başlaması ve halktan kopuk bir yönetimin baskı ile iktidarda kalması, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan’la ilişkilerini yeni bir düzeye oturtmasında etkili olmuştur. Makarios yönetimi  giderek daha çok Kıbrıs’ın bağımsızlığı fikrine ağırlık vermeye başlamış ve Bağlantısız ülkelerle kurmuş olduğu ilişkilerini artırmaya başlamıştır.

1974 yılına kadar devam eden gelişmeler, 1974 Haziran ayında ortaya çıkan yeni olaylarla, bir anda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri yeniden savaş ortamına sürüklemiştir. 1974 Haziranında Yunanistan’daki askeri cuntanın desteği ile harekete geçen EOKA örgütü ve Kıbrıs Rum Ulusal Muhafız Gücü içerisindeki Yunan subayları, Makarios yönetimine karşı gerçekleştirmiş oldukları bir darbe ile iktidara Nikos Sampson’u getirmişler ve Enosis’i gerçekleştirme çabaları için gereken ilk adım atılmıştır.

Kıbrıs’ta, Yunanistan’ın desteği ile gerçekleştirilen bu darbe, Türkiye’nin tepkisini çekmiş ve Türkiye, anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirerek, adadaki Türk toplumunun saldırılardan korunması ve Enosis’in gerçekleşmesini önlemek için garantör devletlerle yapmış olduğu bir dizi görüşmeden sonra, 20 Temmuz 1974’de   Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmak gereğini duymuştur.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesinin iki aşamalı olması, uluslararası kamuoyunda kimi kuşkuların yaşanmasına neden olmuştur. “Birinci çıkarma sonrasında Türk tezi ‘eski durumun yeniden tesisi için Garanti Antlaşması’nın kendisine tanıdığı hakları kullanma’ temeline dayanmıştır. Buna dayanılarak gerçekleştirilen harekat sonucunda Cenevre görüşmelerine katılan Türkiye, iki toplumun ayrı birer gerçeklik olduğunu, bu temel üzerinde federal devlet biçiminde anlaşılabileceğini savunmuştur. Sonuçta Cenevre görüşmeleri çıkmaza girmiş ve Türkiye Silahlı Kuvvetleri ikinci operasyonla adanın yaklaşık % 30’luk bir bölümünü denetimi altına almış, savunduğu tezlerden ‘iki bölgeli federasyon’ için gerekli şekil şartını sağlamıştır. Bu dönemden itibaren Türk tezi harekat öncesi hukuki yapının değiştirilmesi üzerine kurulmaya başlamıştır.”   [viii]

Türkiye tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı’nın birinci evresinin taraflar arasında sağlanan ateşkes ile bitmesiyle, taraflar, sorunun çözümlenmesi ve gerginliğin giderilmesi için karşılıklı görüşmelere başlamıştır. Bu görüşmeler sırasında Türkiye, Yunanistan’a  sorunun çözümüne ilişkin olarak kantonal bir yapıyı oluşturacak bir öneride bulunmuş ancak bu öneri kabul edilmemiştir. (1978’de Karamanlis ve Ecevit, Montrö’de biraraya geldiklerinde Karamanlis, Türkiye’nin kantonal formül önerisinin kendisine iletilmediğini açıklamıştır.)

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesi, Yunanistan’la doğrudan doğruya bir savaş olasılığını beraberinde getirmiştir. Kıbrıs’ta  Yunan askeri cuntasının desteği ile gerçekleşen darbe sonrasında Yunanistan’da tam bir panik yaşanmıştır. Askeri cunta, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesiyle düşmüş olduğu başarısızlığın etkisiyle kendiliğinden dağılmış ve Yunanistan’da Karamanlis’in liderliğinde ulusal birlik hükümeti kurulmuştur.

Yunanistan’da demokrasi yeniden kurulmuş, ancak Başbakan Karamanlis’in liderliğinde kurulan yeni Yunan hükümeti sadece Kıbrıs üzerinde yeni bir bunalımla karşı karşıya kalmamış; “1922’den beri ilk kez gerçek bir Türk - Yunan savaşı (tehlikesi ile)” karşılaşmıştır.[ix] Bununla birlikte, Yunanistan Garanti Antlaşması’na dayanarak İngiltere ile birlikte ortak müdahalede bulunmak önerisinde bulunmuş ve İngiltere’den Girit’te toplanacak olan tank ve ağır silahların Kıbrıs’a götürülmesi için gerekli olan hava desteğini sağlaması istenmiştir. Ayrıca, Karamanlis, Savunma Bakanı E. Averoff ile birlikte, bu kuvvetlerle beraber Kıbrıs’a gidecekleri açıklamasını yapmıştır. Ancak İngiltere Başbakanı H. Wilson, öneriyi değerlendirmek için süre istemiş ve bu arada ateşkes ilan edilmiştir. Böylece İngiltere’nin hava desteği olmadan Yunanistan’ın Kıbrıs’a yardım göndermesi gerçekleşememiştir. [x]

Birand’ın belirttiğine göre, “Yunanistan’da karamanlis, ilk harekatın sorumluluğunu Albaylar Cuntası’na yüklemişti, ancak ikincisi bu kez bütünüyle kendisine karşı yapılacaktı. (...) Amerikan Büyükelçisi Tasea ile konuşuyor ve Washington’un Türkleri durdurmasını bekliyordu. Tasea’ya ‘Yunanistan’da demokrasinin yeniden çökmesinin sorumluluğu size ve NATO’ya ait olacaktır,’ demişti.”[xi]

Kamuoyunun büyüyen öfkesi karşısında Karamanlis, Yunanistan’ın hava ve deniz kuvvetlerinin Kıbrıs Rum toplumunun yardımına gitmesini önermiş, ancak bu öneri Yunan Genel Kurmayı tarafından gerçekleştirilebilir bulunmamış, İngiltere ile birlikte ortak müdahale ise İngiltere’nin desteğini sağlayamamıştır. ABD ve NATO’nun, Türkiye’nin birinci müdahalesini olumlu bir yaklaşım içerisinde karşılamış olmaları, Yunanistan’da hayal kırıklığı yaşatmıştır. Bütün bu gelişmeler sonrasında Yunanistan, NATO askeri kanadından ayrıldığını açıklamıştır.

1974 Kıbrıs bunalımı, Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı olarak birbirleriyle olan ilişkilerini etkilediği kadar, aynı zamanda, bu ülkelerin uluslararası ilişkilerini de değişikliğe uğratmıştır. Gerçekten de, Türkiye açısından Kıbrıs konusu, uluslararası ilişkilerinde değişmez gündem maddesi haline gelirken, sorunun görüşmelerle adil ve kalıcı bir sonuca bağlanamaması ve ABD ile olan ilişkilerinde Kıbrıs nedeniyle silah ambargosunun yaratmış olduğu olumsuzluklar, Türkiye’nin dış politikada hareket serbestisini kısıtlamıştır. Yunanistan açısından ise, Kıbrıs konusu, bir ulusal saygınlık sorunu olarak kabul edilmiş ve olayın bütün sorumluluğu ABD ve NATO’ya yüklenmeye çalışılmıştır.

Yunan askeri cuntasının Kıbrıs’ta giderek daha bağlantısız bir politika izlemeye ve Yunanistan’dan uzaklaşmaya başlayan Makarios yönetiminin aynı zamanda SSCB ile ilişkilerini yakınlaştırmak isteğinde oluşundan endişelenerek CIA ile darbe konusunda işbirliği içerisinde olduğu kuşkuları, 1967 darbesinden de sorumlu tutulan ABD’ye yönelik karşıtlığı artırmıştır. ABD karşıtlığı ve NATO’nun, iki müttefik ülke arasında bir uzlaşmazlığın savaşa yol açması olasılığı karşısında yeterince kararlı davranmadığına olan inanç, Yunanistan’ın askeri açıdan ilişkilerini gözden geçirmesini gerektirirken, siyasi açıdan da Yunanistan’da demokrasinin bir kez daha askıya alınmaması için Batı Avrupa ile olan ilişkilerin artırılması kararlaştırılmıştır.

1974 sonrası dönem, Türk - Yunan ilişkilerinde en yoğun olayların yaşanmış olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüşmelerde belirgin bir sonuca ulaşabilecek ilerlemeler sağlanamazken, diğer yandan da iki ülke arasında artan güvensizliğe koşut olarak, Ege Denizi’nde yeni sorunlar ve bunların yaratmış olduğu gerginlikler yaşanmaya başlamıştır.

1974 sonrası dönemde, Kıbrıs sorunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin temel dayanağını oluşturmaya başlamıştır. Türkiye, Yunanistan ile ilişkilerini sorunsuz bir temel üzerinde dostluk ve işbirliği düzeyine yükseltmeye çalışırken, dış politikasını Kıbrıs sorununun etkisinden kurtarmaya çaba göstermiştir. Özellikle askeri ve ekonomik açıdan Türkiye’nin ABD ve diğer önde gelen NATO üyesi ülkelere olan bağımlılığı ve ABD yönetiminin Türkiye’ye uygulamaya başlamış olduğu ambargonun Kıbrıs şartına bağlanmış olması, Türkiye’yi, uluslararası bağlantılarını oldukça güç şartlar altında yürütmeye zorlamıştır.

Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması adada yaşayan iki toplumun birbirlerinden kesin olarak ayrılması ile sonuçlanmış ve Türk toplumu kendi ulusal yönetimini kurarak, Türkiye’nin etkin garantisi olmadan tekrar Kıbrıs Rum toplumu ile birarada yaşayamayacaklarını açıklamışlardır. 1974 sonrası Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorununa ilişkin olarak yapılan bütün görüşmeler sırasında Kıbrıs Türk toplumunun temel yaklaşımı iki toplumlu, iki kesimli, Türk ve Rum toplumunun eşit haklara sahip oldukları ve Türkiye’nin etkin garantisinin bulunduğu bir federasyonun kurulması yönünde olmuştur. Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu ise, görüşmeler sırasında Kıbrıs’ta Türklerin azınlık haklarının garanti altına alınmış olduğu bir üniter devletin kurulmasından yana politikalar izlemişlerdir.

1974 - 80 süreci içerisinde toplumlararası görüşmeler sırasında taraflar arasında sorunun esasından çözümlenmesini sağlayabilecek önemli bir gelişme sağlanamamıştır. Bununla birlikte, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin gözetiminde yürütülen  toplumlararası görüşmelere temel alınacak esasları belirlemek için biraraya gelen Denktaş ve Makarios 12 Şubat 1977’de dört maddelik bir taslak üzerinde anlaşarak toplumlararası görüşmelere başlamışlardır. Ancak, toplumlararası görüşmeler sürerken Ağustos ayında Makarios’un ani ölümü, bu görüşmelerin uzun süre aksamasına yol açmıştır. Kesilen toplumlararası görüşmeler, ancak Mayıs 1979’da Kipriyanu ve Denktaş arasında yapılan görüşmelerde, 1977’de Makarios ve Denktaş arasında üzerinde anlaşmaya varılan dört maddelik esasa dayanarak hazırlanan on maddelik memorandumun kabul edilmesiyle yeniden rayına oturtulmuştur. Ancak, taraflar arasında bu on maddelik esas üzerinde yapılan görüşmelerde özellikle Türk tarafının büyük önem verdiği güvenlik konusunda yorum farklılıkları çıkmış ve ilerleme sağlanamamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak Kıbrıs konusunda tarafların yaklaşımları belirgin bir değişim göstermiştir. 1980’lere kadar Türkiye ve Yunanistan kendi aralarındaki ilişkilerde Kıbrıs konusunu ikincil planda tutarak, bu soruna BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde bulunan toplumlararası görüşmelerle bir çözüm bulunması girişimlerini desteklemişlerdir. Özellikle Türkiye, bu görüş üzerinde ısrarlı davranarak Kıbrıs konusunun iki ülke arasındaki diğer sorunlara çözüm bulunmasını güçleştiren etkisini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan Mart 1978 Montrö zirvesi, bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcını oluştururken, aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerde diğer devletlerin etki ve beklentilerini değiştirmek açısından oldukça önemli bir yakınlaşma sağlamıştır. Gerçekten de Karamanlis ve Ecevit arasında sürdürülen görüşmelerde taraflar karşılıklı olarak birbirleri hakkında görüşmelere olumlu katkılarda bulunacak bir güven havasını sağlayabilmişlerdir.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki diğer sorunlarda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da çözüme yönelik bir ilerleme sağlanamamıştır. Bu çözümsüzlük, özellikle adadaki her iki toplumun ulusçu yaklaşımlar çerçevesinde karşılıklı güvensizliklerini ve geçmişte yaşanan acı deneyimleri korumakta oluşlarından büyük ölçüde etkilenmektedir. Kıbrıs konusunda ulusal ve uluslararası kamuoyunun duyarlılık göstermekte oluşu, her iki toplum temsilcilerinin olduğu kadar belki de daha fazla Türkiye ve Yunanistan’daki karar alıcıların çözüme yönelik cesaretli kararları almalarını güçleştirmektedir.

1980 sonrası dönemde, Türk - Yunan ilişkileri içerisinde Kıbrıs sorunu bir uzlaşmazlık noktası olarak, iki ülke arasındaki gündemdeki yerini korumakla birlikte, ilişkileri gerginleştirecek sıcak bir çatışma noktası olmaktan uzaktır. Bir yandan Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer uzlaşmazlıklar üzerinde taraflar arasındaki görüşmelere uzun süre ara verilmiş olması, diğer yandan da toplumlar arasında sürdürülen görüşmelerden somut bir sonucun çıkmamış olması, bu konuda geleceğe yönelik beklentileri belirsiz kılmaktadır. Özellikle Yunanistan’da Papandreou liderliğindeki PASOK partisinin iktidara gelmesiyle başlaya Yunan dış politikasındaki yaklaşım farklılığı, Türk - Yunan sorunları üzerinde çözümsüzlüğün sürmesinde ve gerginliğin artmasında etkili olmuştur. [xii]

1974’de Karamanlis’in liderliğinde Yunanistan’ın yeniden demokrasiye geçmesinden sonra Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği arasındaki ilişkilerde belirgin bir çekimserlik yaşanmıştır. Bu dönemde Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki temel yaklaşımı, “Kıbrıs karar verir Yunanistan destekler”[xiii] şeklinde özetlenebilir. Oysa, 1981 seçimlerinde Papandreou liderliğindeki PASOK’un iktidara gelmesiyle, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununa ilişkin politikasında belirgin bir değişiklik gözlenmiştir. Eskisinden farklı olarak, yeni Yunan hükümeti, Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs konusunu Ege sorunundan öncelikli olarak ele alırken, sorunun toplumlararası görüşmeler yoluyla değil, uluslararası konferans yoluyla çözümlenebileceği görüşünü ortaya atmıştır. Bu bağlamda Papandreou hükümeti, Türkiye ile ilişkilerin düzeltilebilmesi ve Kıbrıs sorununa çözüm sağlanabilmesi için, Kıbrıs’ta “işgalci” olarak nitelendirdiği Türk askeri varlığının geri  çekilmesini, bütün mültecilerin yurtlarına geri dönmelerine izin verilmesini, adaya yerleştirilen göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderilmelerini, bütün Kıbrıslıların serbestçe dolaşımının sağlanmasını ve Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün, egemenliğinin, üniterliğinin garanti altına alınmasını önkoşul olarak ileri sürmüştür.[xiv]

Bütün bunlara karşın, Türkiye ise, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak BM Genel Sekreteri’nin gözetimi ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmeleri desteklemektedir. Buna göre Türkiye, Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir çözümün sağlanabilmesi için ada Türklerinin temel hak ve özgürlüklerinin etkin garantilere bağlandığı, iki toplumlu, iki kesimli, bağımsız bir anayasal federatif devlet sistemini zorunlu görmektedir. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün yöntemi açısından çıkan görüş ayrılıkları aynı zamanda içerik açısından da söz konusudur. Yunanistan, özellikle Kıbrıs sorununa bulunacak olası bir çözümün Türkiye’nin etkin garantisini dışarıda bırakan, Kıbrıs Türk toplumuna ise azınlıklara tanınmış olan haklarla yetinmeyi öneren bir çözüm şeklinde ısrarlı bulunmaktadır.

Türk - Yunan ilişkilerinin genel yönelimi açısından Kıbrıs sorunu, artık bir egemenlik sorunu olarak algılanmaktan daha fazla, özellikle iki ülke arasındaki Ege Denizi’nde yaşanan diğer uzlaşmazlıklar göz önünde bulundurulduğunda, ulusal dış politika seçeneklerinin gerçekleşmesi açısından, stratejik ve taktik faktör olarak algılanmaktadır. Günümüz gerçekleri altında hem Türkiye hem de Yunanistan, Kıbrıs’ın bütününe sahip olmayı amaçlayan girişimleri gerçekleşebilir bulmamaktadırlar. Artık ne Türkiye ne de Yunanistan ada üzerinde kendi ulusal egemenliklerini kurabilmek gücü ve isteğinde değildir.

Türkiye, Yunanistan ile olan ilişkilerinde önceliği Ege Denizi’nde uzlaşmazlıklara neden olan konularda karşılıklı dengeyi kurma çabalarına vermektedir. Bu bağlamda, Türkiye için asıl sorun, Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhak edilmesi ve adada yaşayan Rum toplumunun baskı altında bulunması değil, Kıbrıs’ta süren gerginliğin diğer ikili sorunların çözümlenmesini güçleştirmekte oluşudur. Bu nedenle Türkiye, Kıbrıs sorununa adadaki Türk toplumunun çıkarları açısından bakmakta, onların istemleri doğrultusunda bir politika izlemektedir; Yunanistan açısından da benzer kaygıların yaşanmakta olduğu söylenebilir. Türkiye’nin aksine, Yunanistan için ilişkilerdeki öncelik, Kıbrıs’ta sağlanacak başarıya bağlıdır. Dolayısıyla, Kıbrıs sorununda sağlanacak ilerleme, aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer sorunların çözümlenmesi yolunu da açmış olacaktır. Bu görüş  ayrılığı, Kıbrıs’ta kurulacak yeni dengenin niteliği konusunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda ortaya çıkan kuşkular özellikle adada kurulacak olan dengenin ileride, bağımsızlıktan Yunanistan’la birleşmeye doğru bir eğilim göstermesi durumunda yeniden Türkiye ile gerginliğe yol açıp açmayacağı, ya da Türkiye’nin günün birinde şartları olumlu bularak Kıbrıs’ı bütünüyle işgal edip etmeyeceği konusunda yoğunluk kazanmaktadır.

Benzer kaygılar taşıyan Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs sorununa kalıcı bir çözüm bulunabilmesi için yapılan görüşmeler sırasında, karşılıklı olarak birbirlerine olan güvensizlikleri nedeniyle ileride kendi çıkarlarını tehlikede bırakabileceği endişesini taşıyan noktalarda katı tutumlarını korumaktadırlar, bu ise, çözümsüzlüğü artırmaktadır.

Gerçekten de, BM Genel Sekreterinin gözlemciliğinde ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yapılan toplumlararası görüşmeler sırasında en önemli görüş ayrılıkları, adadaki Türk toplumunun Rum toplumu ile eşit haklara sahip olması, üç özgürlükler ve Türk toplumuna tanınacak statünün Türkiye’nin etkin garantisine sahip olması gereği üzerinde çıkmaktadır. Adadaki Türk toplumu geçmişte yaşanan kötü deneyimlerin etkisi ile Rum toplumu ve Türk toplumu arasındaki güvensizliğin etkisinde bulunmakta ve Rumların tekrar Türk toplumu üzerinde baskı ve asimilasyon politikaları izlememeleri için Türkiye’nin etkin garantisini şart koşmaktadırlar. Rum toplumu ise, Türkiye’ye tanınacak böylesi bir hakkın bu ülke tarafından işgal amaçlı olarak kullanılabileceğinden endişe duymaktadır.

Toplumlar arasında karşılıklı güvensizliğe koşut olarak Türkiye ve Yunanistan arasında da güvensizliğin sürmekte oluşu, çözüme yönelik her türden girişimin sonuçsuz kalmasına neden olmaktadır. Fiili olarak Kıbrıs’ta yaşanan iki kesimli ve iki toplumluluk durumunun göstermiş olduğu gibi artık gelecekte bu iki toplumun üniter bir devlet çatısı altında birarada yaşamaları pek olası görülmemektedir. Bu nedenle, hem Türk hem de Rum tarafı kendilerini bağımsız ve toplumların eşitliğine dayalı federasyon yapısına hazırlamak zorunluluğunu duymaktadırlar. Gerçekte, BM Genel Sekreteri tarafından 1985 yılında hazırlanan çerçeve anlaşma taslağı da benzer kaygıları dikkate alarak hazırlanmıştır, ancak bu taslak Kıbrıs Türk toplumu tarafından bütünüyle kabul edilebilir nitelikte bulunurken Kıbrıs Rum liderliği,   biraz da Yunanistan’ın baskılarından etkilenerek bu taslağı reddetmiştir.

1985 çerçeve anlaşma taslağının Kıbrıs Rum liderliği tarafından reddedilmesiyle kesilen toplumlararası görüşmelere 1988 yılında Denktaş ve Vassiliu arasında yeniden başlanması kararlaştırılmış, ancak 1990’lara gelindiğinde hala BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet girişimleri ve gözlemciliği çerçevesinde yürütülen toplumlararası görüşmelerden somut bir çözüm elde edilememiştir. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan çözümsüzlüğe bağlı olarak sürmekte ve giderek kanıksanmaktadır.

1990’lı yılların ikinci yarısı Kıbrıs’a ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Kıbrıs’ta artık bir federal yapının kurulmasının mümkün olmadığı tezini işlemeye başlayan KKTC, buna karşılık konfederasyon tezini ileri sürmüştür. Uluslararası toplumda tanınmamasına karşın KKTC’nin Kıbrıs’ın geleceğini belirlemede eşit hak ve statüye sahip olma mücadelesi sürmektedir. BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet çabaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan diyalog süreci Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Türkleri’ne eşit statü tanımakta isteksiz davranmaları ve Kıbrıs’ın tek yasal temsilcisi oldukları iddialarıyla sıklıkla kesintiye uğramaktadır.

Bu bağlamda BM çerçevesinde yürütülmekte olan görüşmelerden bir sonuç almanın henüz mümkün olmadığı son yıllarda Kıbrıs Rum Yönetimi’nin adanın geleceğini AB şemsiyesi altında görmeye yönelik bir politika izlemeye başlamıştır. 3 Temmuz 1990 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimi, AB Konseyi’ne başvuruda bulunarak tam üyelik isteğini dile getirmiş, Avrupa Birliği Komisyonu, Rum Yönetimi’nin başvurusunu Haziran 1993 tarihinde görüşmüştür. 1994 Haziran ayında Korfu’daki toplantıda Avrupa Birliği Hükümet Başkanları, Kıbrıs’ın, Birliğin gelecekteki genişleme aşamasında yer almasının uygun olacağında uzlaştılar, bu uzlaşı 1994 Essen Zirvesi’nde de teyit edildi. 1995  Şubat’ında ise Avrupa Birliği Komisyonu Kıbrıs’ın AB’ne giriş şartlarını taşıyıp taşımadığını yeniden gözden geçirdi. 6 Mart 1995 Bakanlar Konseyi kararına göre Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 1996 yılı sonundaki hükümetler arası konferanstan 6 ay sonra başlayacaktı.

Diğer yandan, Luxemburg  Zirvesi ile Kıbrıs Rum Yönetimi’nin adanın tek temsilcisi olarak AB’ye tam üyeliğe aday ülke olarak kabul edilmesine koşut bir başka gelişmeden de söz etmek mümkündür. Bu da 1994 yılında Yunanistan’ın Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzalamış oldukları Ortak Savunma Alanı Doktrini’dir. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan, adadaki Türk askeri varlığının 30.000’in üstüne çıkarılması halinde buna uygun önlemlerini arttırabilecek ve Kıbrıs Rum Toplumu’na yönelik herhangi bir müdahaleyi savaş nedeni olarak kabul edecektir. [xv] Bu durum Türkiye’nin de Kıbrıs Türk Toplumu ile olan ilişkilerini arttırmasını gerektirmiştir.

Bu durum özellikle iki açıdan önemlidir; bunlardan ilki Kıbrıs’ın tek yasal temsilcisi ve meşru hükümeti olduğunun AB tarafından da kabul edilmesi ve dolayısıyla AB ile bütünleşecek bir Kıbrıs içerisinde fiili Enosis’e yol açabilecek bir sonuca ulaşmak, diğeri ise, bu şemsiye altında  Kıbrıs’daki Türk toplumunu birliğin dışında tutarak azınlık statüsünü  ve AB güvenlik şemsiyesini kabule zorlamaktır[xvi]. Bu iki durumda da fili olarak Türkiye'nin Kıbrıs ile olan çıkar ve sorumluluklarını ortadan kaldırmak amaçlanmaktadır. Diğer  yandan, AB’nin Kıbrıs Rum Yönetimi ile üyelik görüşmelerini başlatma kararı KKTC’nin yeni bir yönelime girmesini gerektirmiştir. Denktaş’ın hazırlamış olduğu planda iki kesimli, iki toplumlu konfederasyon önerisi dile getirilmiş, böyle bir yapı içerisinde her iki toplumun da kendi anavatanlarıyla sıkı bağlar kurabilmelerinin mümkün olabileceği vurgulanmıştır. AB ile entegrasyon konusunda ise; “Kıbrıs Konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu taktirde, AB’ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye’ye AB’ye tam üyeliği gerçekleşene kadar, özel bir düzenleme ile Kıbrıs Konfederasyonu’na ilişkin olarak AB üyesi ülkelere  tanınan tüm hak ve yükümlülükler aynen tanınacaktır.”[xvii]

Kıbrıs’ın AB'ne tam üyelik başvurusunun değerlendirilmesi ve aday ülke hakkının tanınması, gerçekte Kıbrıs’ın statüsünü düzenleyen Zürih ve Londra Antlaşmaları’na bütünüyle aykırı bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Prof. Mendelson tarafından hazırlanan bir raporda (British Professor of International Law Prof. H. Mendelson Q.C.'s opinion on the legal aspects of the one-sided membership application of the Greek Cypriot Administration of Southern Cyprus to the European Union) AB'nin GKRY'ni Kıbrıs'ın tek yasal temsilcisi sayarak AB'ne tam üyelik sürecini başlatmış olması Garanti Antlaşması hükümlerine aykırı bir karar olarak değerlendirilmiş ve bu karar 1997 ve 2001 yıllarında BM Güvenlik Konseyi'ne de sunulmuştur (Mendelson Raporu Türkçesi için) .   Bilindiği gibi, bu antlaşmalara göre Kıbrıs Cumhuriyeti, garantör devletlerin üyesi bulunmadıkları ve onaylamadıkları herhangi bir ittifak ilişkisi içerisinde olamamaktadır. Bu bakımdan ele alındığında Türkiye’nin AB'ne tam üyeliği gerçekleşmeden Kıbrıs’ın AB’ne üyeliği söz konusu olamamaktadır.[xviii] Bununla birlikte, hukuki açıdan antlaşmalara aykırı olan bu durumdan doğan sakıncaları gidermek için Yunanistan’ın, Türkiye’nin AB'ne üyelik başvurusunu engellememek kararında olduğu 11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin aday ülke olarak davet edilmesine rıza göstermiştir.[xix]

Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak davet edilmesinin pazarlıklarının yürütüldüğü Helsinki Zirvesi’nde görüşmeler sürerken, eş zamanlı olarak, Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Klerides ile KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş arasında BM Genel Sekreteri tarafından organize edilen bir dolaylı görüşme süreci yaşanmıştır. Bu süreçte taraflar arasında sorunların görüşülmesini kolaylaştıracak ortak bir zemin arayışı söz konusu olmuş ve görüşmelerde konfederasyonun yanı sıra  liderlerin ve halkların statülerinin eşitlenmesine yönelik nabız yoklamaları yapılmıştır.

Kasım 2002'de BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından taraflara gönderilen Basis for Agreement on a Comprehensive Settlement of The Cyprus Problem başlıklı metin tarafların şimdiye değin ileri sürdükleri kimi noktalarda istediklerini karşı tarafa kabul ettirebileceklerinin işaretini vermekle birlikte beraberinde yeni sorunlar ve tartışmalar doğurabilecek nitelikte gözükmektedir. Nitekim aralık ayında planın ikinci versiyonu, 26 Şubat 2003 tahinde de palnın üçüncü gkez gözden geçirilmiş şekli taraflara sunularak bumetin üzerinde uzlaşmaları ve referanduma götürmeleri istenmiştir. 10 Mart 2003 tarihinde Lahey'de BM Genel Sekreteri'nin de katılımıyla yapılan toplantıda tarafların üçüncü kez gözden geçirilen metin üzerinde de uzlaşamamaları üzerine toplantılar kesilmiştir.

Mart - Nisan 2003 tarihlerinden itibaren ise KKTC tarafından adada yeni güven arttırıcı önlemlerin yaşama geçirildiği ve bu kapsamda iki kesim arasında günübirlik ziyaret ve haftasonu konaklamalarına olanak veren düzenlemeler yapıldığı görülmüştür. İki kesim arasında var olan güvensizliklerin ortadan kaldırılmasını sağlamaya dönük bu girişimin kimi önyargıların giderilmesine yardımcı olduğu dile getirilmiş ve uzlaşmaya dönük beklşentiler artmıştır. Bu çerçevede Aralık ayında KKTC 'de yapılan genel seçimler özel bir önem taşımıştır. Anan Planı çerçevesinde bir çözüme evet diyen ve AB'ye tam üyelik müzakerelerini GKRY ile oluşturulacak "Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti" çerçevesinde sağlamayı düşünen muhalefet ile Annan Planı ile öngörülen süreci Kıbrıs Türk toplumunun duyarlılıklarını ve güvenliğini etkin garanti altına almadığı için reddeden iktidar partileri arasında yoğun bir çekişme yaşanmış ve yapılan seçimlerde her iki kesim de parlamentoda eşit sandalye kazanarak uzlaşıyı hdefleyen bir koalisyon oluşturulmasına tarafları zorlamıştır. Bunun sonucunda CTP ile DP arasında kurulan bir koalisyon ile Kıbrıs'da Türk toplumunun ve Türkiye'nin duyarlılıklarını ve çıkarlarını göz önünde bulunduran ve Annan Planı çerçevesinde müzakere sürecini yeniden başlatmayı sağlamaya dönük politika izleyen bir siyasi yapılanma ortaya çıkmıştır.

2004 yılının ilk aylarında ise iki toplum arasında Annan Planı'nı da göz önünde bulunuran bir çözüm arayışına yeniden başlanması yönünde girişimler söz konusu olmuş ve BM Genel Sekreteri'nin iyiniyet misyonu çerçevesinde görüşmelere yeniden başlanmıştır. Bu çerçevede taraflar arasında yapılan görüşmeler sırasında ve sonrasında Annan Planı bir ez daha gözden geçirilmiş ve tarafların duyarlılıklarını gözettiği ileri sürülen bir metin daha hazırlanarak tarafların kabulüne sunulmuştur. Sözkonusu metnin de tarafların duyarlılıklarını bütünüyle dikkate almış olduğunu söylemek mümkün olmamıştır. Metin hakkında ileri sürülen en önemli eleştiri, tarafların öngörülen takvim içerisinde üzerinde anlaşamadıkları konuları Annan'ın kendisinin dolduracak olması, oluşturulacak statüye AB müktesabatı çerçevesinde ne tür bir etkin ve aşındırılamaz garanti sağlanacağı, garantör devletlerin anlaşma tam olarak ortaya çıkarılmadan bu metni onaylayacaklarını önceden kabul etmeleri, eş zamanlı referandumlarda herhangi bir tarafın hayır demesi halinde referandumun her iki tarafta da evet denilinceye kadar tekrarlanması olasılığndan söz edilmesi vb noktalarda olduğu görülmüştür.

31 Mart 2004 tarihinde taraflara sunulan nihai metne aşağıdaki bağlantıdan ulaşmak mümkündür.

The Comprehensive Settlement of The Cyprus Problem (31 March 2004)

 


[i] Pantazis Terlexis, Greece’s Policy and Attitude Towards the Problem of Cyprus, New York: N.Y. University, 1968, s. 91.

[ii] Pantazis Terlexis, Greece’s Policy .., s. 91

[iii] Pantazis Terlexis, Greece’s Policy .., ss.  96-97.

[iv] Faruk Sönmezoğlu, “Kıbrıs Sorunu’nda Tarafların Tutum ve Tezleri,” Türk Dış Politikasında Sorunlar, der. Esat Çam, İst. Der Yay. 1989, s. 96

[v] P. Terlexis, Greece’s Policy .., ss. 159-160.

[vi] Andreas Mavroyiannis, “Kıbrıs Sorunu’nun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi,” Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989, s. 131.

[vii] Fahir Armaoğlu, 20. yy Siyasi Tarihi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1983, s. 533.

[viii] F. Sönmezoğlu, “Kıbrıs Sorununda..,” ss. 109-110.

[ix] Van Coufoudakis, “Greek-Turkish Relations 1973-1983: the View from Athens,” International Security, Vol.9, No. 4, Spring 1985, s. 197.

[x] Bkz; Robert McDonald, The Cyprus Problem, London: IISS Adelphi Paper Series 234, Winter 1988/89, s. 85.

[xi] Mehmet Ali Birand, Diyet, İstanbul: Milliyet Yay. 1985, s. 22.

[xii] Karamanlis ve Papandreou Hükümetlerinin Türkiye’ye ilişkin dış politika davranışlarındaki farklılıklar konusunda bkz; V. Coufoudakis, “Greek-Turkish..,” ; V. Coufoudakis, “Ideology and Pragmatism in Greek Foreign Policy,” Current History, Vol. 81No. 479, December 1982, ss. 426-431; Jhon C. Loulis, “Papandreou’s Foreign Policy,” Foreign Affairs, Vol.63, No.2, Winter 1984/85, ss. 375-391; Marios Evriviades, “Greece After Dictatorship,” Current History, November 1979, ss. 161-166; F. Stephen Larrabee, “Dateline Athens: Greece for Greeks,” Foreign Policy, No.45, Winter 1981/82, ss. 158-175.

[xiii] V. Coufoudakis, “Greek-Turkish..,” s. 206

[xiv] Bu konudaki tartışmalar için bkz; R. McDonald, The Problem..; A. J. Groom, “Cyprus: Back in Doldrums,” (Fotokopi); A.J. Groom, “Cyprus, Greece and Turkey. A Treadmill for Diplomacy,” (Fotokopi, Fransızcası için bkz; Ares, Vol.II 1984/85); A.J. Groom, “Cyprus: Light at the End of the Tunnel?” Millennium: Journal of İnternational Studies, Vol.9, No.3, 1981, ss. 245-257.

[xv] Thanos Dokos, “Greek Security Doctrine in the Post-Cold War Era”, Thesis, Summer 1998.

 http://www.mfa.gr/thesis/summer98/security.htm B. Tarihi :02/03/1999.

[xvi] Erol Manisalı Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki yaklaşımın artık konfederasyon olduğunu belirtirken bunun gerekçeleri üzerinde de durmakta ve şöyle demektedir; “İki devletli yapı içinde bir yakınlaşma, çözüm söz konusudur. Bunu kabul etmeyenler, adada barış değil, yeni ve büyük sorunların kışkırtıcılığını yapmaktadırlar. Bugüne kadar yürütülen federasyon çalışmaları, Avrupa Birliği-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyelik görüşmeleri ile zaten anlamını tamamen kaybetmiştir. Öte yandan Rumlar, federasyonu görüşür ‘görünürken’, Türkiye’nin ve KKTC’nin altındaki zemini yavaş yavaş kaydırmaktaydılar. 1993’ten beri de Yunanistan ile GKRY arasında fiili bir askeri ‘entegrasyon’ uygulanmaktadır. Adada Yunan üsleri, ortak manevralar, adaya yığılan Yunan silahları herkesin gözü önündedir.

                Adada bugün, A’dan Z’ye iki devlet, iki ayrı egemen yönetim bulunmaktadır. ... Varsayalım ki federasyon kuruldu ve federasyon AB’ye girdi. Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine ne güvence verilirse verilsin bu federasyon AB içine girdikten sonra şunlar olacaktır: 1) AB hukuk düzenine göre artık AB Parlamentosu, AB Konseyi tek taraflı karar alıp, biz bu federasyonu Rumların talebi üzerine şöyle şöyle değiştirdik diyebilir. Çünkü artık, bu AB’nin, bir ‘iç sorunudur’, dışarıdaki Türkiye’nin bir şey söyleme, yapma hakkı yoktur. ... 2) AB içine girmiş bir Kıbrıs Federasyonu, artık, Türkiye ile bağları tamamen koparılmış bir devlettir. Türkiye adadan dışlanmış olacaktır. 3) Federasyonun bir ayağı olan Kıbrıs Türklerinin, AB içinde hiçbir hakları olamaz. Hakları olabilmesi için, KKTC’nin, bağımsız bir devlet olarak AB içinde yer alması gerekir. Olsa olsa, yalnızca ‘azınlık hakları’ olur, aynen Batı Trakya’daki Türkler gibi.”Erol Manisalı, “Kıbrıs’ta Oynan Oyunlar”, Cumhuriyet, 27 Ocak 1999, s. 10.

[xvii] Baçın Yinanç - Akay Cemal, “Konfederasyon Sürprizi”, Milliyet, 1 Eylül 2000, s. 14; Sami Kohen, “Çözüm İçin Son Şans da Gitti”, Milliyet, 1 Eylül 1998, s.16. Reşat Akar – Alper Ballı, “Kıbrıs’ta Konfederasyon”,Cumhuriyet, 1 Eylül 1998, s. 8.

[xviii] Denktaş tarafından önerilen konfederasyon planı içerisinde yer alan “Kıbrıs konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu takdirde AB’ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye’ye AB’ye tam üyeliği gerçekleşinceye kadar özel bir düzenleme ile Kıbrıs federasyonuna ilişkin olarak AB üyesi ülkelere tanınan tüm hak ve yükümlülükler tanınacaktır” önerisi, Türkiye'nin izlemiş olduğu Kıbrıs’ın Türkiye’den önce AB’ye tam üye olamayacağına ilişkin politikasını değiştirdiğini göstermiştir. Türkiye, söz konusu öneride konfederal Kıbrıs’ın ancak belirli şartlarla kendisinden önce AB’ye tam üye olabileceğini bildirmiştir. “Entegrasyon Öncesi Son Adım”, Cumhuriyet, 2 Eylül 1999, s. 9.

[xix] Erol Manisalı’nın da belirttiği gibi Türkiye Ankara Antlaşması’ndan beri aday ülke statüsünde bulunmakta, bunun yanı sıra, 1995’den beri de Gümrük Birliği Antlaşması’nı kabul ederek Birlik ile bu anlamda sınırlarını kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin yeniden “aday ülke” olarak kabul edilmesi sürece ve yapılan antlaşmalara aykırı, zorlama bir yorum olarak kabul edilmektedir.